Monday, December 26, 2011

Yılbaşı gecesi ne pişirelim?


Sevgili okur, MALZEMELER: 

KESTANELİ VE KARİDESLİ RİSOTTO


Bir kocaman yılı daha arkamızda bıraktık. Acısıyla, tatlısıyla… Bazen ağlayarak geçti  günlerimiz, bazen de ağzımız kulaklarımızda…. 
Bütün bir yıl boyunca vaktimizin çoğunu mutfakta geçirdik. Kimi zaman duygularımıza tercüman oldu yaptığımız yemekler… Şimdiyse yılın sonuna geldik ve bütün bir yıl boyunca yaptığımız yemeklerin en güzelini yaparak, 2011′e veda edeceğiz… 
Sizlerle geçtiğimiz haftalarda Pril’in Mutfak Sanatları Akademisi’nde düzenlediği etkinlikte öğrenme fırsatı bulduğum ve bilakis denediğim tarifleri paylaşacağım.
Afiyet olsun…
İŞTE YILBAŞI MENÜMÜZ: 



BALKABAĞI ÇORBASI

Çorba temeli için:
300 gr balkabağı brüt
200 ml tavuk suyu
70 ml krema
10 gr tereyağ
10 ml balzamik sirke
tuz- karabiber

Çorbanın son hali için:
80 gr balkabağı /küp şekilde
doğranmış
1 adet arpacık soğan/ince dilimlenmiş
10 gr tereyağ
2 çorba kaşığı zeytinyağı
2 dal Frenk soğan
50 gr istiridye mantarı
tuz -karabiber

HAZIRLANIŞI
Çorba temeli:
Balkabağı, tavuk suyunu kaynatın ve balkabakları yumuşayınca el blender’i ile püre edin.
Süzgeçten geçirin ve krema, tuz karabiber ve balzamik sirke ilave edin.

Çorba son hali:
Balkabaklarını yumuşayıncaya kadar zeytinyağı ve tereyağında soteleyin.
Soğan ve mantarları ilave edin.
6-7 dakika soteledikten sonra çorbanın temelini aktarın ve ısıtın.
Kaselere ilave edin, Frenk soğan serpiştirip servis edin.

MALZEMELER:
200 gr pirinç / arborio
1/2 adet kuru soğan /
çok ufak ve ince doğranmış
1-1.5 lt tavuk suyu / veya sebze suyu
80ml beyaz şarap / sek
100 gr çimçim karides
50 gr kestane püresi
30 gr parmesan / rende
40 gr tereyağı /ufak parçalara bölünmüş
tuz-karabiber
zeytinyağı
HAZIRLANIŞI:
Derin bir tencerenin içine zeytinyağını koyun ve ısıtın.
Soğanları ekleyin ve sürekli karıştırarak pişirin, renk almamalarına dikkat edin.
Pirinci ekleyin ve sürekli karıştırarak 2-3 dakika pişirin.
Pirinçler şeffaflaşınca, beyaz şarabı ekleyin ve orta ateşte sürekli karıştırmaya devam edin.
Pirincin şarabı iyice içine çektikten sonra safranlı suyu ve bir kepçe kadar tavuk suyunu ekleyip, karıştırmaya devam edin.
Tuz , karabiber ve kestane püresini ekleyin.
Başka bir tavada karidesleri yarım pişmiş şekilde pişirin ve risotto ya ekleyin.
Tavuk suyunu neredeyse bitene kadar ve risotto kremamsı bir kıvama gelip, pirinçler de pişmiş ama hala biraz sert kaldığında risottoyu ateşten alın. (bazı zaman tavuk suyunun hepsini, bazen de bir kepçe kadar kalacak miktar kullanabilirsiniz, bunun kararını risottonun kıvamına bakarak anlayacaksınız.)
Ateşten aldığınız risottonun içine tereyağını ekleyin ve hızlı hızlı karıştırın.
Parmesan ekleyip tekrar karıştırın ve tabaklara alıp servis edin.


RULO HİNDİ GÖĞÜS, PARMESANLI DOMATES SOS İLE
MALZEMELER:
2 adet hindi göğüs
200 gr kestane mantarı
1 adet orta boy soğan /ince doğranmış
100 ml krema
50 gr toz parmesan peyniri
2 diş sarımsak / ince doğranmış
2 dal taze kekik
2 dal taze fesleğen
200 gr ıspanak/ayıklanmış ve yıkanmış
tuz-karabiber
zeytinyağı

Parmesanlı domates sos için:
200 gr konkase domates
½ adet soğan
2 diş sarımsak
100 ml tavuk suyu
50 gr parmesan peyniri
5 gr şeker
tuz-karabiber
zeytinyağı

HAZIRLANIŞI:
Hindi göğüsleri arzu edilen incelikte iki streç film arasında et döveceği ile dövün.
Ayrı bir tavada soğan ve sarımsağı zeytinyağında soteleyin.
Mantarları ilave edin ve 5-6 dakika karıştırarak soteleyin.
Ispanak, krema ve parmesan peynirini ilave edin ve karıştırarak pişirin.
Tuz- karabiber, kekik ve fesleğeni ilave edin ve soğumasını bekleyin.
Soğuduktan sonra hindilerin ortasına bu karışımı yerleştirip, hindileri rulo şeklinde sarın.
Ruloların üzerine tuz karabiber serpiştirin ve tavada az zeytinyağı ile tüm yüzeyleri altın sarısı olana dek kızartın.
180 C’lik fırında 25-30 dakika fırınlayın ve dilimleyerek servis edin.

Parmesanlı domates sos:
Soğan ve sarımsakları küçük küp şeklinde doğrayın ve az yağlı bir tavada soteleyin.
Domates konkase,şeker, tavuk suyu ekleyerek kısık ateşte pişirin.
Tuz, karabiber ve toz parmesan peynirini ekleyip ocaktan alın.

NANE LİKÖRLÜ PANNA COTTA
MALZEMELER:
150 ml krema
150 ml süt
10 gr toz jelatin
50 gr toz şeker
vanilya
40 ml nane likörü
2-3 dal taze nane

HAZIRLANIŞI:
Krema, süt ve şekeri bir taşım kaynatın ve ocaktan alın.
Jelatini ve nane likörünü ilave edin.
Tüm malzemeyi bir çırpma teli yardımı ile karıştırarak birbirine yedirin ve kalıplara doldurarak soğumaya bırakın.
Soğuduktan sonra kalıpları sıcak suya bastırarak ters çevirin.

Friday, October 28, 2011

Rüyanız Hayrolsun

Rüyalar, hepimizin çıktığı büyülü bir yolculuk deneyimi. Çoğu zaman da rüyalarımızda gördüklerimizi, geleceğimizle ilgili birer işaret olarak algılayıp, internette rüya tabirleri sitelerini googlelıyoruz ama sonuçlar bizi genelde pek tatmin etmiyor. İşte bu yüzden rüyalarla ilgili merak ettiğiniz her şeyi bu hafta ki röportaj konuğum Zeynep Felix Ergen Pekmen’e sordum.

Neden rüya görürüz?
Rüya bedenin uyku ihtiyacını karşılarken, hem zihnin rahatlaması hem de beden yavaşladığı için sezgilerine iç alemine dönmesidir, bunu herkes yaşıyor. Hem bedenin, hem ruhun ihtiyacı… Rüya Farkındalıktır.

Zeynep Felix Ergen Pekmen

©Nurhan Demirel– Neden kabus görürüz? Kabus gördüğümüzde rüyada yaşadığımız sıkıntıları gerçekten yaşamış gibi ruhumuzun ve bedenimizin yorgun düştüğünü hissediyoruz. Kabuslarla nasıl başa çıkabiliriz?
Kabuslar eğer fiziksel veya psikolojik bir rahatsızlıkla ilgili değilse,
Kişinin gerilim ve endişe altında kaldığı, büyük ihtimalle fiziksel olarak yorgun, dengesiz beslendiği dönemlerde ortaya çıkabilir. Bununla beraber kişinin geçmişte yaşadığı bir korkuyu hatırlatan bir olayla karşılaşması da kabusa neden olabilir. Bazı kabuslarda Uyku Felci durumu ortaya çıkar, beden şiddetli şekilde yaşar. Kabusların bazıları uyarıcı rüyalar da sayılabilir. Mesela pek çok Rüyacı 1999 Depreminden önce Kabus görmüştü. Olumsuzu, korktuğunuzu fark etmeniz onunla başa çıkabilmeniz için gereklidir. Kabus görünce uyanma telkinleri başlangıçta yararlı olacaktır. Kişinin kendini tanıması, anlamasıyla neden bu kabusu gördüğü, neyle karşılaşıp neyi yaşayıp bu kabusu gördüğü anahtardır. Çünkü bu soru cevaplanmadan kabus tekrar etmeye devam eder.
Rüya görmeyen insanlar da var. Bunu neye bağlayabiliriz? Her insan mutlaka rüya görür mü?
Bilim hala rüyaların biyolojik seviyesini açıklayamıyor. Ancak Uyku evrelerinden REM evresinde gerçekleştiğini kabül ediyor. Fiziksel veya Patolojik düzeyde bir rahatsızlık yoksa, Herkes Rüya görür, sadece hatırlamaz ya da az hatırlar.

Rüyalarımızı hatırlamakta güçlük çekiyoruz. Bunun sebebi nedir? Rüyalarımızı nasıl hatırlayabiliriz?
Uzun süreli ilaç kullanımı veya Dış uyarıcılar etkileyibilir. Ancak Rüyaların hatırlanamaması genellikle geveze zihinden kaynaklanır. Hatırlamak istemeyen kişinin kendisidir, adeta kendini duymak istemiyordur. Rüyaları hatırlayabilmek, iik önce uykuyu önemsemekle ilgili… Uyku öncesi kısa bir rahatlama, sevdiğimiz bir şarkıyı dinlemek, gün içinde yaşadıklarımızın değerlendirmesini uykuya taşımamak ilk önce etkilidir. Ben buna çerçöp ne varsa uykuya taşımayın diyorum. Sağlıklı uyku uyumak ihtiyaçtır. Rüyalarımı hatırlamak istiyorum seslendirmesi ve gerçekten rüyalarımızı önemsiyorsak başucumuza bir kağıt kalem bulundurmak hatırlamakla ilgili kolaylık sağlar. Bir de mutlaka uyandıktan sonra bir kaç dakika sakinde kalmayı öneriyorum, çünkü aslında aslında unutma uyandıktan sonra acele yataktan çıkma sırasında oluyor. Bunlarla beraber Rüya Farkındalığını destekleyen bitkiler, kristaller, müzikler de var.

Hatırladığınız en eski rüyanız?
Çocukluğumdan beri günlük tutarım, Dokuz yaşında gördüğüm bir rüyam var, o zaman detaylı bir şekilde yazmışım. Ailemle ilgili bir rüyaydı.

Aklınızdan çıkmayan bir rüyanız var mı?
Rüyalarımın neredeyse tamamını hatırlıyorum, rüyalarımı ayırt edebilidiğim için beni yönlendirebileceğine, ışık tutacağına inandığım tüm rüyalarımı aklımda tutuyorum,genelde yazıyorum, tek rüya ile sınırlı tutamam.

Leoardo Di Caprio’nun son filmini “Inception”ı izlediniz mi? Sizce “Rüya hırsızlığı” mümkün mü?
Evet, Inception ‘ı izledim. Eğitimlerimde, forumlarda bu film çok soruldu, Filmle ilgili bir yazım da var. Şimdi insanlar Rüyalar ile ilgili daha çok düşünüyor.
Rüya Hırsızlığı değil Rüya Göndermek, Rüyaları yönlendirmek ancak belirli bir Ruhsal Disiplin ile çalışıyorsak mümkündür, Rüyalarınızın kaynağının ayrımını yapabiliyorsak mümkündür.

Kendi rüyamızı kendimiz inşa edebilir miyiz? Rüyalarımızı kendimiz yönetebilir miyiz?
Rüya Bilincini kabül ediyorsak Rüya Farkındalığını deneyimleyebiliyorsak Bilinçli Rüya görebiliriz. Aslında burada devreye giren Rüyanın kendi bilincidir. Kişi aklın “Olmaz” dediğinden bağımsızdır, mümkünler ve olasılıklar geniştir. Yaratıcı Rüyalar ve Lucid Rüyalar Rüya Bilincinin inşa ettiği rüyalardır.

Yaratıcı rüyalardan ve rüya tekniklerinden bahsedebilir misiniz?
Talep Rüyaları, İstiare Rüyaları Teknikleri niyetlerle ilgili Rehberlik talebiyle yapılır.
Yaratıcı Rüyanın kaynağı ilhamdır, kendi bilincine sahiptir.
Kişi kendi inancına göre bir çalışma yapabilir. Daha ileri düzeyde Lucid Rüya ve Astral Yolculuk Teknikleri, beslenme alışkanlıkları, yaşam tarzından nefes çalışmaları, meditasyon ile yakından ilgilidir.

Rüyalar ne anlama geliyor? Rüyaları nasıl yorumlamalıyız? Rüya Sembollerini nasıl Yorumlamlamalıyız?
Bir rüyayı film gibi hatırlamak değil, ana sembolleri hatırlamak yeterlidir.
Hayra Yormazsan Hayat Yorar. Her Rüya Kişinin kendisi için bir mesajdır.
En sıkıntılı Rüya dahil farkındalıktır.
Olumsuz sembol yok, olumsuz olumsuzu çağırır.
Rüya hazırlar, Rüya uyarır. Rüya potansiyeli, mümkünü gösterir.
Kadimlerde Rüya ölümün kardeşidir, Rüya Uyanıklıktır.
Sembollerin yorumu, ben Rüya okuması diyorum, kişinin kimliği ile, yaşadığı toplumun, kültürün, dönemin etkileri ile çok ilgilidir.
Rüyalar her zaman bir kaç şekilde okunur.
Mesela deniz fobisi olan birinin gördüğü deniz sembolü ile bir talep rüyasındaki deniz sembolü aynı okunamaz. Bununla beraber bazı sembollerin anlamları ortaktır. Bunlar Bütün insanlığın ortak kültüründe, ortak bilincinde varlığını sürdürmüştür, herkes için benzer şekilde içsel dönüşümü getiren Arketiplerdir. 60.000’ne yakın rüyayı taradım, okudum, inceledim. Ailelerin bile ortak rüya sembolleri var. Rüya Sembolünü okumak, ilk önce kişinin sembolün ne anlama gelebileceğini düşünmesi, sonra karşısına çıkan olaylarla, içsel süreciyle birlikte değerlendirmesidir. Yani ilk önce bu rüya zihnimle ilgiliyse günlük yaşamımda, egomda neyi ifade ediyor? Sezgilerimle neyi ifade ediyor? Bu rüyada bir mesaj var mıydı? Soruları doğru sorulardır.
Kitaplara bakmayın demiyorum ama oradaki yorumu yüklenmeyin, mesajın keyfini çıkarın. Farkındasınız Görüyorsunuz.

Rüyaların astrolojiyle bir ilgisi var mı? Rüya tabirleri burçlara göre mi yorumlanıyor?
Astroloji Kadim Bilgidir. Eski İnanışlarda Rüyalarla Kahinlik Oneiromansi olarak geçer. Rüyalarla Kehanet Astroloji bilgisinden de yararlanmıştır.
Rüyaların ilk önce Ay Fazları ile ilgisi var.
Mesela Yeni Ay Başlangıç enerjisi taşır, Rüyacı için Yeni Niyetler için Rüya Talebi bu Fazda deneyimlenir. Gökyüzündeki değişiklikler, gezegegenlerin konumu ortak bilinci elbette etkiliyor. Doğum haritalarımızda Gezegenlerin Konumu, hangi dersleri deneyimleyeceğimizi gösterir. Gezegenler birer Arketiptir. Rüyalardaki Arketipsel semboller Gezegenlerle de ilgilidir.

Semavi dinlerde rüya aleminden nasıl bahsedilir? Dinde rüyanın yeri nedir?
Musevilikle hatovat chalom Hayırlı-iyi Rüya Görme Geleneği var.
Hristiyanlıkta Cura Animurum Selamet Rüyaları ve Eski ve Yeni Ahit’te geçen Somnium, Rüya- Vizyon ilahi halleri var.
Rüya Bilgisi, Tasavvuf’ ta Hz. İbrahim’ in oğlu İsmail’in Yaradan ‘a kurban ettiğini gördüğü büyük fedakarlık rüyası, Hz. Muhammed (S.A.V) ‘in Mekke ‘nin ve Hayber’ in Fethini gördüğü (Hayber Kalesinin Fethi Dönüm noktalarındandır) Zafer Rüyası, Hz. Yusuf ’un çocuk yaşta Yıldızları gördüğü kendisine Rüya ilminin verildiği Rüya
Kuran-ı Kerim Ayetlerinde anlatılmaktadır. Rüya İslamiyette Peygaberliğin 48 ilminden biridir. Rüya Aleminin Pir-i İbn-i Arabi Tasavvuf ve Rüya için en önemli kaynaktır. Istiare rüyaları kabül edilir.

Rüya türleri hakkında bilgi verebilir misiniz? Metapsişikçilere göre, neden ve kaynakları bakımından rüya türleri hakkında bilgi verebilir misiniz?
Rüyayı, İlham, Gündüz Görüleri, Meditatif Hallerde Görülen Sembollerle birlikte alıyorum. Rüya Türleri Durugörünün, Duruişitinin deneyimlendiği Rüyalar, Paranormal, Telepatik Rüyalar,Tekrarlayan Rüyalar, Haberci Rüyalar olarak ayrılabilir.

Astral Seyahat nedir? Astral seyahate nasıl çıkılır?
Beden dışı deneyimlerdir. Rüya sırasında veya bilinçli olarak uygulanan telkinlerle deneyimlenir.
Fizik ötesi deneyim olduğundan Metapsişik‘te “şuur projeksiyonu olarak geçer. Bilinç dışı gerçekleşiyorsa zihin fark ettiğinde hızla bedene geri döner. Bu hızlı dönüş sonrasında bir takım fiziksel sıkıntılar yaşanabilir. Nefes, imgelem, Ayna ile yapılan pratikler gibi çeşitli teknikler var.
Lucid Rüyalarda olduğu gibi, beden ve zihin denetimi sağlanmadan kitap bilgisiyle uygulanmamalıdır. Yoksa hem fizik beden zorlanır hem de zihin yanılsaması olarak deneyimlenir.

Durugörü ve ruhsal şifacılık tekniklerinden bahsedebilir misiniz?
Sezgiler hepimizin sahip olduğu hediyeler…
Durugörürler görmeyi seçmiştir. Rüyacı aynı zamanda Vizyonerdir, durugörürdür.
Durugörü, uyku halinde, uyanın halde, rüyalar, meditasyon, ibadet sırasında beş duyu algısı üzerindeki imajların alınmasıdır.
Sezgiler o kadar açık ve berraktır ki onaya ihtiyacı yoktur.
Bugün hastalıkların zihnimizden, duygularımızdan kaynaklandığını biliyoruz.
Gerçek Şifa içimizden gelir. Anadolu’ nun Söylenceleri, Şamanlar, Ortaçağ’da yakılan Şifacılar, Doğu Bilgeliği gerçek şifanın kaynaklarıdır. Bugün Bitkilerin Psişik Titreşimlerinden, Reiki’ ye kadar Ruhsal Şifanın tekniklerini deneyimliyoruz. Hastalıkları biz yaratıyoruz, taşıyoruz. Dileğimiz bedenlerimizin artık derslerini, hediyelerini sağlıklı mutlu bedenlerde almayı ve tamamlamayı seçmesidir.

Rüyalarda geleceği görebilir miyiz?
Şimdide mevcut olan geçmişin nedenine bağlıdır, gelecekte sonuçlanır.
Rüyalar Mümkünlerdir, Sınırlı olandan Sınırsızlığa geçtğimiz yerdir.
Kehanet Rüyaları Mümkündür, yakın olasılıkları görmek, sezmek mümkündür.Bununla beraber En güçlü olasılık görülür, başka olasılıklar da
vardır. Rüyalarda Geleceği görebilme bilgisi için, Kader ve Alınyazısının ne olduğunu doğru anlamak durumundayız.

Psikanaliz’de rüya yorumu nasıl yapılır?
Sigmund Freud açtıkları  Carl Gustav Jung ile tamamlandı diyebiliriz. Evrensel Hafıza Ortak Bilinçdışı ve Arketipleri kazandırmıştır. Çağrışımlar, Metaforlar, rüyalarda zihin ve sezgi ayrımı Psikanaliz’ de rüyaları açıklar.
Rüya Farkındalığı kazanmak isteyenlere ilk önce rüyalarını yazmalarını ve Ay öneririm. Hatırlama ve Anlamlandırma için mutlaka yardımı olacaktır.
KadınMAG Okurlarına berrak rüyalar diliyorum, sevgilerimle….
Biliyoruz ki “Bir Rüya içinde Rüyadır, bütün gördüğümüz…”

Röportaj: Nurhan Demirel

Monday, August 08, 2011

Sibel Asna'dan bir başarı hikayesi

Sevgili Okur,
Ölmeden önce tanışmanız gereken 100 insan diye bir liste yapsak, o listenin en başına Sibel Asna’yı koyardım. Bu haftaki röportaj konuğum A&B İletişim’in Yönetim Kurulu Başkanı ve Lava markasının yaratıcısı Sibel Asna’yı nasıl tarif edeceğimi bilemiyorum. O, hem çok başarılı bir işkadını hem de modern bir çiftçi. Evet yanlış duymadınız bir çiftçi. Asna, bahçesinde hobi olarak yetiştirdiği lavantalardan bir marka yaratmış. Sibel Hanım’ın lavanta yetiştiriciliğine başlaması, Akmeşe Köyü’ndeki çiftlik evinin kapısına bir tır dolusu lavanta fidesinin gelmesiyle başlıyor. O fideler dikiliyor, büyüyor ve “Lava” markası çiçek açıyor. Tasarımını ünlü grafik tasarımcımız Bülent Erkmen’in gerçekleştirdiği markanın lavanta keseleri, sabunları, yağı ve kolonyası bulunuyor. Ürünler çok şık ambalajlarda lavanta sevenlerle buluşuyor.

Asna, Akmeşe köylülerine istihdam yaratmak için kahvehanelerde köylülerle toplantılar yapmış ama köylüler hızlı kazanç elde etmek istedikleri için lavanta yetiştiriciliği konusunda risk almak istememiş. Asna, Türkiye’de lavanta ticareti yapabilmek için geniş arazilere ihtiyaç olduğunu, lavanta yetiştiriciliği konusunda topyekün seferberlik ilan edilmesi, köylülere istihdam yaratılması ve Türkiye’nin tarım politikalarını geliştirmede etkin bir rol oynaması gerektiğini düşünüyor. Asna, Lava markasını bir hobi olarak hayata geçirdiğini ve bu işin bir hobi niteliğinde kalacağını özellikle belirtiyor. Keza onun asıl mesleği iletişim danışmanlığı. Türkiye’nin ve dünyanın  en önemli markalarına ekibiyle birlikte projeler geliştiriyor ve markaları geleceğe taşıyor….

Aslıda bu röportajı onunla mis kokulu lavanta tarlalarının arasında yapmak istiyordum… Ancak mevsimin kış olması nedeniyle bu isteğimi ertelemek zorunda kaldım. Asna ile Nişantaşı’ndaki ofisinde buluştuk, hem A&B İletişim’i hem de Lava’yı konuştuk….
Sibel Asna’yı ve A&B İletişim’i tanıyabilir miyiz?
A&B Halkla İlişkiler 1974 yılında Prof. Dr. Alâeddin Asna tarafından kuruldu. İletişim ve halkla ilişkilerin Türkiye’de hem bir meslek hem de eğitim konusu haline gelmesine öncülük eden kişidir kendisi. Alâeddin Bey, yaklaşık 7-8 yıl şirketin bilfiil yönetiminde olduktan sonra şirkete ben geldim ve sorumlulukları paylaşmaya başladım. Bir süre sonra da Alâeddin Bey akademik dünyaya tümüyle dönme kararını verdi ve şirketi ben devraldım. Yanlış hatırlamıyorsam 1993-1995 yılında. Ben şirketin kurucusu değil, sürdürücüsü ve geliştiricisiyim.
Kuruculuk çok daha farklı bir şey. 1974 yılında böyle bir konuyu düşünmek, gerçekten vizyon gerektiriyordu. Ben kurulmuş şirketi devralıp, onu büyütüp, geliştirip, bugünkü noktasına taşıyan kişiyim. A&B bugün çalışmalarına Anonim Şirket olarak devam ediyor. Şirketin ortakları içinde benim ve Alâeddin Asna’nın yanı sıra, şirkete emek vermiş çalışanlar da hissedardır. Dolayısıyle A&B İletişim, çalışanlarının hissedar olduğu, pay aldığı ve gelecekte tamamen çalışanlarının sahip çıkacağı bir kurum olarak faliyetlerini sürdürüyor.

A&B İletişim müşterilerine hangi alanlarda hizmet veriyor?
A&B kurumlara ve sivil toplum örgütlerine iletişim danışmanlığı hizmeti sunuyor. Yani onlara kendilerini topluma nasıl ve hangi yöntemlerle anlatacakları, ne diyecekleri, kendi kurumsal gerçeklerini ilgili taraflarla nasıl paylaşacakları konusunda danışmanlık yapan bir kuruluştur ve sadece bu işi yapar. Reklamla veya masaüstü yayıncılıkla ya da  başka işkollarıyla ilgisi olmamıştır. 37 yıldır yegane iştigal alanı iletişim danışmanlığıdır. Biz müşterilerimizle hep uzun soluklu ilişkiler geliştirdik. Şu anda portföyümüzde 30 yıldır birlikte olduğumuz, 25 yıldır birlikte çalıştığımız Türkiye’nin çok önemli, dünyanın çok değerli markaları var.

Başarınızı neye borçlusunuz?
Kendimizi o müşterinin bir parçası olarak görüyoruz. Müşterimizin ihtiyaçları, gelecek planları ve beklentileri doğrultusunda hizmet veriyoruz. Tabii ki bu beklentiler içerisinde kâr etmek de vardır fakat asıl önemli olan kurumların varlık sebeplerini doğru konumlandırmasıdır. Onlara bu varlık sebebini iyi anlatmaları için ortam sunan bir şirket olduğumuz için de bu kadar uzun süreli bir ilişki geliştirebiliyoruz. A&B müşterilerine artık bir ortak gibi davranıyor. Onun bir parçasıymış gibi davranan, onun adına düşünen, onun adına fırsat kollayan, onun adına potansiyel riskleri öngören, müşterinin öngöremeyeceği riskler konusunda onu uyaran bir kurum olarak çalışmalarını sürdürüyor.

Kurumun hem köklü olması hem de çalışanların şirketin bir parçası olması, müşterileri  ilişkilerine olumlu yönde yansıyor sanırım…
Çok güzel tespit ettiniz meseleyi. Bu iş bir sac ayağı gibidir. Çalışan olmadan şirket olmaz. Çalışanın kurumun prensiplerini, kendi prensipleri gibi görmesi gerekir. Örneğin A&B’nin etik ilkeleri arasında çok önemli bir  yere sahip olan iş yapış şekilleri, şirketin neyi yapıp neyi yapmayacağını kurala bağlamıştır.

Kadın çalışanlarınızın yaşam stillerinden ve çalışma koşullarından bahsedebilir misiniz?
A&B kadın meselesine çok destek verdi, birçok sivil toplum örgütüyle birlikte çalıştı. Ben ise kadın konusunu çok ciddi olarak gündemine almış ve almakta olan bir kişiyim.

Kadına değer veren bir yönetici ve değer veren bir kurum…
Kadına değer vermenin gerekliliğini bile aşağılayıcı bir durum olarak görüyorum. Kadının toplumda hak ettiği yeri alması gerektiğini sonuna kadar savunan biriyim.

Peki küresel eşitsizlik sıralamasında Türkiye’nin durumu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bu durumu çok vahim buluyorum. Türkiye Cumhuriyeti kadına seçme ve seçilme hakkı vermiş, Medeni Kanun  bir sürü hak tanımış, birçok konuyu erken hayata geçirmiş ama esasında Türkiye bunu içselleştirememiş. “Mış gibi” yapmış. Tıpkı diğer yaptığı “mış gibil”er gibi. Kadına verdiği değer de “mış gibi”. “Evinin kadını” diye bir tabir var. Ne demek evinin kadını? Bu nasıl aşağılayıcı bir tanımdır? Veya “Artık ben evimin kadını olacağım çalışmayacağım” deme hakkını kendinde rahatlıkla gören, kızları “büyüyecek, gelin olacak” diye seven bir toplumun çocuklarıyız biz.

Zaten ev kadınlığı konusuna gelirsek herkesin bir evi var. Aslında düşünürsek bütün kadınlar bir yerde ev kadını…
Sokak kadınlığı diye bir şey mi var? Sokakta yaşayan kadınlar ve erkekler var. Onlar için çok üzülüyorum. Sadece Türkiye’de değil, gelişmiş toplumlarda sokakta yaşayan insanları gördükçe üzülüyorum. Tamam onlar var. Bunun dışında “evinin kadını” ne demek? Aileler kızlarını, büyüyücek de gelin olacak diye seviyor…. Niye “benim kızım büyüyecek ve Cumhurbaşkanı olacak” diye sevmiyor anneler? Niye kız çocuklarını erkek çocuklarına hizmet eden statüsünde tutuyor anneler? “Çocuğum ağabeyine su ver, kızım ağabeyinin yemeğini hazırla, kızım git ağabeyine şunu yap.”…. Bunlardan kurtulamamışız ki biz kadının hakkından konuşuyoruz? Biz kadına belirli çerçeveler içinde öğretmen olsun, hanımefendi olsun, kibar olsun, iyi bir koca bulsun, iyi bir anne olsun şeklinde roller biçiyoruz. Çizgimiz bu. Hayır efendim erkeklerden neyi bekliyorsak, kadınlardan da onu beklemek zorundayız. Hepimiz eğer erkek çocuğumuzun iyi bir işi olsun istiyorsak, kızımızın da iyi bir işi olsun diyeceğiz. Kızımızdan namuslu, ahlaklı olmasını bekliyorsak erkek çocuğumuzun da dürüst, namuslu, ahlaklı, ilkeli olmasını, vergi kaçakçılığı yapmamasını isteyeceğiz. Namus meselesini kızlarımıza havale edip erkeklerimizin her türlü yolsuzluğu yapmasına göz yummayacağız….

Genellikle halkla ilişkiler sektörüne baktığımızda  ağırlıklı olarak kadın çalışanların daha fazla bu işi tercih ettiğini düşünüyorum…
Bu işi hem kadın hem erkek son derece iyi yapabilir. Eskiden halkla ilişkiler davet düzenlemek, şık ortamlar hazırlamak olarak düşünüldüğü ve kadınlar da bu konuda daha yetenekli oldukları için bu mesleği daha çok tercih ediyorlardı. Ama bugün bir finans iletişiminden konuşuyorsak eğer, kadın erkek fark etmiyor. İşi kim daha iyi yapıyorsa, o yapıyor. Otomotiv iletişiminden konuşuyorsak, kadın mı iyi yapar yoksa erkek mi? Hangisi iyi yapıyorsa, o yapar. Kadın mesleği falan diye bir ayrım kabul etmiyorum.

Aslında iş dünyasında eşitlenmiş durumdayız…
Halkla ilişkileri masa örtüsüne bakıp çiçek koymak, organizasyon yapmak diye düşünüyorsak, o vakit kadınlar bu işi daha iyi yapar diyebiliriz. Onun dışında kadınlar iyi yapar da gay’ler iyi yapmaz mı? Bence çok daha iyi yaparlar. Kadınlardan daha yaratıcı onlar. Dolayısıyla cinsiyetçi ayrım yapmayı ben çok uygun bulmuyorum.
Ancak kadının yönetim konusunda başarılı olacağını düşünüyorum. Çünkü kadının EQ’su daha fazla. EQ’sunu kullanabilmeyi yeteneği daha gelişmiş. Yöneticilikte esas olan unsurlardan birisidir bu. Onun için kadının artık yönetici ve karar verici noktaya gelmesi gerektiğini konuşmamızın zamanı geldi diye düşünüyorum. Kadının çalışması falan bunlar geçmişte kaldı. Kadın zaten çalışmak durumunda….Asıl, kadının artık yönetici, karar verici konumda olması gerekiyor… Bu şart!

Günümüzde metropol kadınının kültürler arasında sıkışmış olduğunu görüyoruz. Ataerkil toplumun kadından beklentileri var. Lava markası aslında bu iş stresinden doğaya kaçış, bir kendini bulma macerası mı?
Hayır, değil. Ben iş dünyasının içinde olmayı seviyorum. İş dünyasının içinde olmayı, etkin rol almayı seviyorum. Hem iş dünyasının içinde olmaktan, hem de metropolün diğer avantajlarından sanattan, kültürden, sosyal ortamdan maksimum yararlanmaktan çok hoşlanıyorum. Bir o kadar da doğanın içinde olmaktan hoşlanıyorum. Ben kendimi doğa savaşçısı olarak görüyorum. Doğa savunucusuyum. Her türlü doğa koruma çalışmasını destekleyen bir yapım var. Dolayısıyla hayatımı ikiye böldüm. Bir bölümü metropolde, diğer bölümü ise köyde geçiyor. Ben ikisini de yaşamayı seviyorum. Köy ya da metropol hayatını severim ama kasabadan pek hazzetmem.

- Lava markasının doğuşu kapıya bir tır lavanta fidesinin gelmesiyle başladı… –
Peki Lava’nın kuruluşu nasıl oldu? Lavanta yetiştiriciliğine nasıl karar verdiniz?
Şöyle oldu; önce çiftlikteki evimin bahçesine dekorasyon amaçlı lavanta ektim. Bir de baktım ki büyüdü, çok güzel oldu… Fransa’daki Provence bölgesinde çok dolaştım. Oradaki lavanta tarlalarına aşık olmuştum. Böyle bir şey olamaz! Doğanın daha güzel bir fotoğrafı olamaz. Bir tarafta üzümler, bir tarafta lavantalar, bir yanda ayçiçekleri… Empresyonistlerin neden ilham aldıklarını gösteren bir ortam. Lavantaya orada aşık oldum. Sonra bahçemde lavanta yetişince, kendi kendime “neden burada lavanta yetiştirmeyeyim” dedim ve harekete geçtim. Toprak analizleri falan yaptırdım. Bayağı da bilimsel yaklaştım olaya. Gayet cahilce ama bilimsel!.. Daha sonra toprağın cinsinin uygun olduğu çıktı ortaya ve çok şanslıydım ki bu konuda yetkinliğine güvendiğim seracı bir dostum vardı, Ünal Vural… Onu aradım. Kendisi bana İzmitli olduğunu ve bölgeyi çok iyi bildiğini ifade etti, “Ben sana lavantaları yollarım hiç merak etme.” dedi ve ne kadar lavanta ekeceğimi sordu. 3 dönüm civarı dedim. “Tamam, ben sana 3 dönüme yetecek kadar lavanta gönderirim.” dedi . Ve kapının önüne bir tır dayandı bir gün… Lavanta fideleri tırla geldi.

Siz tohum falan bekliyordunuz herhalde?
İşte bu konuda o kadar cahildim… Tamam saksıya çiçek diktim, bahçeye çiçek diktim, ağaç diktim falan ama ziraat çok daha ciddi bir iş. O tır gelince neye uğradığımızı şaşırdık… 3.000 tane fide geldi, onları dizdik kenara ve dikene kadar mahvolduk. Yanlış diktik önce… Daha sonra onları düzelttik falan el yordamıyla ve bir lavanta tarlası çıktı ortaya. Müthiş bir ürün aldık. Aman Allah’ım bir ürün ki dağ taş lavanta doldu. Bunun üzerine dedim ki bir marka geliştireyim, bakalım nasıl olacak.
Evin bahçesinden marka  olmaya giden süreç başlıyor…
Ben firmalara marka olmayı öğreten, danışmanlık yapan, akıl veren kişiyim. Ancak şimdiye kadar elimi taşın altına hiç koymadım. Bir A&B markasını yarattık  ama hep fikir üreterek, fikir satarak, düşünce satarak bu işi gerçekleştirdik. Bizim işlerimiz sanal, soyut bir ortamdadır. Soyut kavamlardan konuşuyoruz. Sonunda somut verilere ulaşıyoruz ama süreç boyunca soyut kavramlarla uğraşıyoruz. İlk defa böyle bir durumla karşılaştım ve denemek istedim. İlk yıl bir koleksiyon gerçekleştirdik. Çok sevgili dostum, hayatında hiç lavanta görmemiş Bülent Erkmen lavantaları tanıdı, ona göre markamızı tasarladı. Lava diye bir ürün çıktı ortaya. Buna bir hobi gözüyle baktım hep, ticari bir amacı ve hedefi yok bu işin. Tümüyle bu işe odaklanırsam olabilir, ancak şimdi hobidir, ürün geliştirmektir, tarlaya dikmektir, o tarladan çıkan hasattan deneysel ürünler geliştirmektir. Kabul edilebilir bir formata sokmaktır. Değer katılıp katılamayacağını araştırmaktır. Mesela lavanta yağı yapmak çok verimli bir iş ama tonlarca çıkarılması gerekiyor.
Bunun için daha büyük tarlalara mı ihtiyacınız var?
Tabii ki. Ben bunu en çok da bölge köylüsünü eğitmek için yaptım. Gittim mesala kahvelerde, okullarda konferans verdim. “Bakın potansiyel bir üründür bu…Dünyada da şöyle bir üründür… Yağını çıkarırsan, bundan para kazanırsın, ama yağını çıkarmak için de ölçek lazım… Yani tonlarla ürün çıkarmak lazım. Ben çıkarıyorum yılda 250 kg tohum. O tohumdan taş çatlasın 10 – 15 kilo yağ elde edilebiliyor. Pazarı var ithal ediliyor. Gelin, boş duran tarlalarınızı değerlendirmek üzere bir kooperatif kurun, elbirliğiyle alternatif tarım yapalım.” dedim, ama pek dinleyen olmadı. Ben de doğrusu daha fazla üstelemedim. “Demek ki her şeyin bir zamanı var.” deyip kendi küçük hobi dünyama döndüm. Şimdilik! J

“Girişimcilik, risk almayı gerektirir”
Mesela benim ailem Ordulu. Fındık başlıca ürünleri. Bunun dışında yıllardır tarlaya patates, mısır gibi klasik ürünleri ekiyorlar. Ben de sizin gibi ekip dikmeye çok hevesliyim. Domates, salatalık, roka, marul, havuç gibi birçok sebze yetiştirdim köyde. Hatta Kore’den tohum bile getirtip, yetiştirdim. Ancak benim gördüğüm kadarıyla insanlar yeniliklere kapatmış kendilerini. Farklı ürün yetiştirmek, risk almak istemiyorlar. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Köylü risk almayı sevmiyor, yenilikten hazzetmiyor… Ya bildiğini yapmak istiyor ya da fazla emek harcamak, çok fazla çalışmak istemiyor. Minumum çalışarak, maksimum gelir elde etmek istiyor. Bunun da çözümünü tarlasını satarak bulmuş. Bakıyorum arazisini satıyor, arabasını alıyor. Daha sonra para gidiyor, arabayı da çarpıyor, geriye hiçbir şey kalmıyor. Dolayısıyla Türkiye’nin köylüsünün zihniyet değişimi için bir şey yapılması gerekiyor. Ben köyde uğraştım, didindim, insanlara anlatmaya çalıştım. O geldi “Tamam abla ben de dikeceğim.” dedi, öbürü geldi “Ben de dikeceğim.” dedi. Ama bunu yetiştirmek için çalışacaksın, budayacaksın, dibini temizleyeceksin, su yollarını yapacaksın. Bunları duydukça yavaş yavaş uzaklaşmaya başladılar. 7 yıldır uğraşıyorum, ben bunu başaramadım. Kendime de pay biçiyorum. İkna edip bunu dikmeyi ve ticaretini geliştirip bölgeyi bir lavanta bölgesi haline getirmeyi başaramadım. İnsanlara yaptığım şey hobi gibi geliyor. Merak etmiyorlar. İlk sordukları soru şu:“İlk sene kaç para kazanacağız?”. İlk olarak bu soru sorulduğu zaman, bu işler yapılmaz. Girişimcilik, risk almayı gerektirir. Girişimcilik, çalışmayı gerektirir. Girişimcilik, açık olmayı, olayı bütün boyutlarıyla karşılamaya hazır olmayı gerektirir. Dolayısıyla ben bu ölçeği Akmeşe’de büyütemedim. Akmeşe’nin erkekleri kahvede oturuyor. 13-15 tane kahvesi var 2.000 nüfuslu köyün. Akmeşeli ne domatesi kendi tarlasında yetiştiriyor, ne salatalığı… Manavdan alışveriş yapıyorlar ve ben buna inanamıyorum! Bu durumun sadece bizim köye özel bir durum olduğunu düşünmüyorum. Turizm potansiyeli olan pek çok kent ve köyde, arazi satma hastalığı girdikten sonra üretimden vazgeçilmiş. Bu yüzden tarım doğru şekilde yapılmıyor.

“Türkiye’nin baş etmesi gereken en büyük hastalığı, çalışmamak!”
İnsanlar çalışmak yerine kahvehanede oturmayı tercih ettikleri için Kurban Bayramı’nda bile ithal hayvanın caiz olup olmadığını konuştuk… Anduzlar getiriliyor yurtdışından… Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Şu sıralarda sanırım yeni trend hayvancılık. Çevre köylerde de görüyorum ama hayvanlar pislik içinde. Hayvanların bakımı yapılmıyor, yıkanmıyor, fırçalanmıyor. Yediriyor, içiriyor, pis ahırında hayvanı yatırıyor. Hayvana bakım yapılmazsa,ortamı düzgün tutulmazsa tabii ki ölür, tabii ki hastalığa maruz kalır. Hayvanın varsa, ahırını temizlemek zorundasın. Bir şeyler yapılıyor ama fazla iş yapmamak için yalnızca elden gelen yapılıyor. Türkiye’nin tarım sektöründe baş etmesi gereken en büyük hastalık çalışmamak! Buna karşılık çok ciddi çalışan başka bir zümre var. Onları yakından takip ediyorum, çok çalışıyorlar. Deli gibi çalışıyorlar. Şu anda Türkiye’nin ekonomisini, lokomotifini onlar oluşturuyor. Çünkü ekonomik patlamaların, büyük gelişmelerin arkasında çok çalışkan, çok yoğun çalışan bir KOBİ zihniyeti var. Ne yazık ki bu KOBİ zihniyeti tarıma aktarılmış değil. KOBİ’nin önce “Küçük ölçekli iş kurayım, iki tane torna alayım işi biraz daha büyüteyim, sonunda sanayici olayım.” diyen insanları, ne yazık ki tarımda aynı heyecan ve coşku içinde değil.

-Tehlike çanları çalıyor, Türkiye ciddi bir tarım reformu yapmak zorunda-
Türkiye’nin terör politikaları da bunda bir etken mi? Çiftçiyi, köylüyü desteklemiyor mu devlet?
Bu zamana kadar köylü hep oy torbası olarak görülmüş. Gelen bütün hükümetler 3 kuruş para verip oyunu alıyor. Yok çay için veriyor teşviği, yok fındık için veriyor. Köylünün daha iyi üretmesi, daha büyük ölçekli düşünmesi için çalışmalar yapılmalı. Bir kere küçücük tarlalarda iş yapılıyor. Ekili alanların boyutunun büyümesi lazım. Buğday ithal ediyoruz. Hani Anadolu buğday deposuydu? Hani biz dünyanın gıda deposuyduk? Bunların slogan olmaktan öteye bir anlamı yok ne yazık ki… Türkiye, ciddi bir tarım reformu yapmak zorunda. Bu da sadece teşvikle olmaz. Ona para ver, buna para ver şeklinde bir yere varamayız. Tarım ancak bilimsel yöntemlerle ve geniş ölçekte yapıldığı zaman verimlilik sağlıyor. Bu da ancak bilgiyle olabilir.

Küresel ısınma iklimlerin değişmesine neden oldu. Dolayısı ile yetiştirilen ürünlerin de değiştirilmesi gerekir öyle değil mi?
Kesinlikle. Bu yıl ne domates alabildik, ne de doğru dürüst salatalık yiyebildik… Kendi ölçeğimden baktığımda, şimdi sera kurmak zorundayım ben. Güneş öyle bir kızgın geldi ki ürünler yandı. Bu gidişle korkarım, küresel ısınma nedeniyle sera dışında ürün yetiştiremeyeceğiz. Dolayısıyla bunları düşünmemiz lazım. Bu konularda çare bulmamız, yeni iş yapış modelleri geliştirmemiz lazım.

Dünyada açlıkla boğuşan ükeler gibi gelecekte biz de bu sorunu yaşayabiir miyiz? Tarım politikaları geliştirilmezse ileride bizi açlık ve kıtlık mı bekliyor?
Bu durumu Türkiye için büyük bir tehdit olarak görüyorum. Türkiye için susuzluk tehlikesi var. Türkiye susuz kalacak ülkeler içinde yer alıyor. Türkiye tarım politikalarını doğru düzgün bir şekilde gözden geçirmezse, 20-25 yıllık tarım projeksiyonları ve yeni tarım politikaları geliştirilmezse, susuzluk kadar açlıkla da karşı karşıya kalabilir. Gıdasını dışarıdan satın alacak bir ülke haline geleceğimizi düşünüyorum. Şu anda Türkiye’de muazzam bir ekonomik patlama, muazzam bir hareketlilik var. Bunu asla görmezden gelmiyorum. Ama bir o kadar da tarım konusunda 25 yıllık, 50 yıllık planlar yapılması lazım. Dünya büyük tehdit altında. 50 sene sonraki insanlar bizden çok daha zor koşullarda yaşayacak. Su ve oksijen daha az, hava kirliliği daha fazla olacak. Ben çok karamsarım doğanın gidişatıyla igili…

Türkiye’deki insanlar, köylüler lavanta yetiştiriciliği konusunda desteklenseler, eğitilseler ülke ekonomisine nasıl bir katkı sağlanabilir? Bir lavanta yetiştiricisi olarak bu konuda görüşlerinizi öğrenebilir miyim?
Açıkçası bu zihniyet yapısıyla nasıl olacak bilemiyorum. Gençler, toprağa dönük değil. Yaşlılar ve orta yaşlılar eski zihniyette ve yeniliğe açık değil. Genç insanların tarıma yönlendirilmesi lazım. Ziraat Fakültelerinin niteliğinin değişmesi lazım. Ziraatin cazip hale getirilmesi, okulların reforme edilmesi lazım. Bir seferberlik yapılması gerektiğini düşünüyorum. Ciddi adımlar atılması gerekiyor. Nasıl finans konusunda çok başarılı adımlar atıldı, BDDK kuruldu, Merkez Bankası politikası geliştirildiyse; aynı ciddiyet ve zihin yapısıyla tarım, doğa ve çevre politikaları konusunda da çok ciddi adımlar atılması gerektiğini düşünüyorum.

Zaten bu adımların atılması gerekiyor ama maalesef biz millet olarak hep son dakikaya bırakıyoruz herşeyi…
Başka işlerde bunu yapabilirsiniz ama doğa affetmez.

“Doğa alarm veriyor, duyan yok!”
Bütün dünyayı etkileyen ekonomik kriz için tehlike çanları, aslında çok önceden çalmaya başlamıştı. Doğa, tarım ve hayvancılıkla ilgili sorunları konuştuk. Bu konuda gerekli tedbirler alınmazsa ekonomik krizden çok daha fazla ciddi krizler bizi bekliyor sanırım…
Biz bu dersi daha önce almıştık. 1994’te ve 2000 yılında büyük krizler yaşadık. Biz bankacılık sitemiyle ilgili çok iyi bir ders aldık… Sektör muazzam tedbirler aldı ve bugün gördüğünüz gibi çok sağlam duruyor, çünkü önceden tedbirini aldı, işi sıkı tuttu. Amma velakin doğa konusunda daha hızlı hareket edilmesi gerekiyor.
Doğa alarm veriyor ama duyan yok. Doğa öyle bir şeydir ki, 3-5 senede toparlatamazsın. Bankacılık sektörü 2000’den 2010’a kadar ancak toparlanabildi ama doğayı, doğadaki yaşanan bir krizi 10 yıl gibi bir sürede toparlayamazsınız. O tarz tahribatlar, 20 yıl 50 yıl gibi uzun süreçler ister. Yangından sonra bir ormanın ağaçlandırılmasının kaç sene sürdüğüne bir bakalım. BP’nin son petrol platformu faciasının kaç yılda toparlanacağını hep birlikte göreceğiz, belki de göremeyeceğiz… Doğanın kendisini yenilemesine zaman tanımak lazım. Doğayı yenilemek insanların kontrolünde değil.

Doğal dengeyi bozmamak lazım…
Evet, eğer bozarsanız, sonra sera gibi doğal olmayan ortamlarda tarım yapmak zorunda kalırsınız. Bu çok daha maliyetli. Dünyada  binanın bilmem kaçıncı katında tarım yapmaya başladı insanlar. Çölde bile tarım yapılıyor. Bizde o bilgi birimi yeterince yaygınlaşmış değil. Çok ciddi bilgiye sahip olanlar da var ama ölçeği küçük. Toplumsal seferberlik ilan etmek lazım… Yeni teknolojiler geliştiren, tanıştığım, saygı duyduğum insanlar var. Ancak projeler Türkiye çapında yaygınlaştırılmış ve bir seferberlik ruhunda değil. Bir tarım fuarına gittim geçen sene. İlk defa bu kapsamda bir tarım fuarı gördüm. Bu yıl Adana’da yapılacak. Gene gideceğim fuara. Bu fuarlara neler olup bittiğini görmeye, anlamaya gidiyorum. Gözlemlediğim kadarıyla özel sektörde hareket var, başladı. Bu da bir nebze olsun umutlandırıyor beni.

Organik beslenme konusunda bir trend var. Bu konuda neler düşünüyorsunuz?
Organik önemli fakat organik tarım yapmak hiç kolay değil. Bilinçli bir ürün gamı geliştirmek, bilinçli bir şekilde toprağı işlemek de bir yöntem olabilir. İlle de organik olması şart değil. Kuralına göre yapılan tarım da Türkiye için bir açılımdır. Organik ürünler, değerli ama niş bir market. Kolaylıkla üstesinden gelinebilecek bir uygulama değil. Ar-Ge gerektiriyor. Çeşitlendirilmiş Ar-Ge çalışmalarıyla geliştirilmesi gerekiyor.

Lavanta yetiştirmek isteyenlere ne önerirsiniz? Bu işin pazarı nasıldır? Ne yapak gerekir? Kimlerle kontağa geçmek lazım?
Lavanta üretimi ve işlenmesi bir kooperatifleşmeyi gerektiriyor. Lavantanın binlerce dönüme ekilmesi gerekiyor. 100 dönümle, 200 dönümle olmaz. Lavantadan gelir elde etmek isteniyorsa eğer, binlerce dönüm dikilmesi lazım. Daha sonra ürünlerin damıtılması, yağların çıkarılması lazım. Ortak bir tesis oluşturup, ürünlerin yağının çıkarılması lazım. Fransa’da bu iş böyle gelişmiş. Köylüler birleşmiş, ortak bir damıtma tesisi kurmuş. Grasse Bölgesi,  Provence Bölgesi önemli kokulu yağlar üreten bölgeler. Isparta’nın gül yetiştiriciliği gibi.
Lavantayı büyük miktarlarda ekmezseniz, büyük miktarlarda tarımını yapmazsanız, büyük kârlar elde edemezsiniz. Türkiye’de, ithal edilen yağın kilosuna 25-45 lira arasında fiyat veren bir pazar var. Lavanta haricinde Türkiye’de birçok ot var. Lavanta benim özelimde. O kadar çok endemik bitki var ki… Öyle çok potansiyel var ki.. Mühim olan doğru gözlemde bulunmak. Neye ihtiyaç var? Neye daha çok talep olur?.. Mesela ben bahçeme 75 tane elma 75 tane de kiraz diktim. Elmalar eciş bücüş. Hiç piyasadaki o düzgün elmalara benzemiyor.

Hormonsuz olduğundan olabilir mi?
Ne ilacı var ne de yapay bir katkı maddesi. Doğal olmasına özen gösteriyorum ama çoğu insan o eciş bücüş elmayı beğenmiyor. Nurtopu gibi yusyuvarlak, her tarafı düzgün elma almak istiyorlar. O elmaları şimdi ne yapacağımı düşünüyorum. Bayağı da çok ürün verdi. Bir elma marmelatı üretimi falan geliştirmeyi düşündüm. Şimdi üstünde çalışıyorum, araştırıyorum. İnsanlar diyecekler ki senin tuzun kuru, başka bir gelirin var. Evet ben asıl gelirimi kendi işimden sağlıyorum ama abuk subuk şeylere para harcayacağım yere bunlara harcıyorum. Kendimi mutlu ediyorum. İş ve hobi olarak bakıldığı zaman, olayı daha farklı değerlendirmek  gerekir. Eğer girişimci bunu işkolu olarak görecekse araştıracak, her kuruşunu, her yaptığı yatırımın geridönüşü var mı yok mu hesaplayacak, biraz nabız yoklayacak… Ne çok korkak olacak, ne de çok cesur. . Mantık ölçüsünde risk alacak. Varını yoğunu koyup da iş kuranlar var. KOBİ’lerin içinde bunu çok görüyorum. Hayranlık duyuyorum. O girişimci ruhun nasıl olup da ortaya çıktığını merak ediyor, neler yapabildiğini gördükçe de çok etkileniyorum. Kadın girişimciler de çok var. Kadın girişimcileri desteklemek üzere, müşterilerimizle birlikte projeler tasarlıyor ve hayata geçiriyoruz. Garanti Bankası’nın kadın girişimciliğini desteklemek üzere yaptığı çalışmalar var. Orada çok heyecan verici işler görüyoruz. Kadınlar, karar verici konuma gelecek. Kadınlar, üst yönetime gelecek. Kadınlar, siyasete girecek. Bunlar olmadığı sürece, Türkiye küresel eşitsizlik sıralamasında en sonlarda yer almaya devam eder. Kadın, karar verici olacak. Karar verici kadınların, erkek yöntemleriyle değil, kadın yöntemleriyle karar vermesi gerekiyor. Yönetimin dişisi de vardır, erkeği de. Erkek savaşçıdır, kadın barışçıdır. Bu ülkenin barışçı yaklaşımlara ihtiyacı var.

Pozitif, işbirlikçi ve yapıcı olmak gerekiyor…
Bu ülkenin  uzlaşmaya ihtiyacı var. Coexictence’a ihtiyacı var. Coexistence’ın tek kelimelik bir Türkçe karşılığı yok. “Barış içinde birlikte var olmak” anlamına geliyor. Bakın kelimeyi, uzun uzun tarif etme gereğini duyuyoruz. Bir kelimenin dilde karşılığı yoksa, o toplumda o anlayış da yok demektir.

Tarım konusunda başarılı olabilmek için erkeklerin kahvehanede oturmak yerine eşleriyle birlikte çalışmaları gerekiyor.
Kadının da erkeğin de birlikte çalışması gerekiyor.

Lava ürünlerinden biraz bahsedebilir misiniz?
Ürünlerimizi geliştirdik, tasarımları geliştirdik… Geliştirmeye de devam ediyoruz. Ürünlerimiz, çamaşırların arasına ya da yastığın altına koymak için kullanılabilir. Çünkü lavanta kokusuyla uyumak hem huzur veriyor, hem de insanı sakinleştiriyor. İsterseniz gardırobunuza ve çekmecelerinize de lavanta torbaları koyabilirsiniz. Her ürünün kendine ait bir fonksiyonu var. Lavanta yağlarımız ve sabunlarımız da var. Özellikle sabunlarımız cildi yumaşacık yapıyor. Kokusu uzun süre gitmiyor. Lavantanın asıl etkisinin karaciğer üzerine olduğu söyleniyor. Lavanta çayının karaciğere son derece faydalı olduğundan bahsediliyor. Her şeyin çayı yapılabildiği gibi lavantanın da çayı yapılabiliyor. Çok kaynar olmayan sıcak suya bir miktar lavanta koyup 3-4 dakika dinlendirdikten sonra süzüp içildiğinde, karaciğer üzerinde çok yapıcı etkileri olduğu söyleniyor. Karaciğer hastaları gelip benden lavanta aldı. Daha sonra da elde ettikleri olumlu sonuçları telefonla bildirip teşekkür ettiler. Bir tıp doktoru bu konuda araştırmalar yapıyormuş, ama henüz kanıtlanmış bir araştırma sonucu yok..  Bunun dışında kolonya ve lavanta yağımız da var. Lavanta yağı masajda kullanılıyor ama uygulanmadan önce başka yağlarla karıştırılması gerekiyor. Çok kuvvetli bir yağ olduğu için cildi tahriş edebiliyor.
Röportaj ve fotoğraflar: Nurhan Demirel

Monday, June 27, 2011

Siteniz Clear-agent.ru sitesine mi yönlendiriliyor?

Geçende sitemde spam linklerin olduğundan bahsetmiştim. Bu spam linkleri silmekle malesef işin içinden çıkamıyorum. Çünkü sorunun kaynağı siteye spam linklerin yerleşmesi değil.

FTP ile siteye bağlandığımda aynı kullanici adi altinda hizmet aldigimiz diger internet siteleri de Google tarafından "kötü amaçlı yazılım" uyarısı veriyor. Konu ile ilgili danıştığım arkadaşlarım FTP'ye girildğini ve bu sorunun benim siteye yüklediğim template ya da pluginlerden kaynaklanmadığını söylediler.

Ben de hiç olmazsa onca emek verdiğim yazılarımı kurtarmak için sitenin yönetim panelinden postları export ettim ve .xml dosyasına şöyle bir göz atım. Dosyanin basinda ki spam linkleri silip, sayfanın sonuna geldim İşte aradığımız kod burada yer alıyor. Ancak bu kod sayfanın kaynak kodlarında görünmüyor. Haliyle yaptığımız şey samanlıkta iğne aramaktan farksız.

Böylesine çetrefilli sorunlar hep benim mi başıma gelir diye kara kara düşünürken şöyle bir google search yapayım dedim. Meğer spam links, virus attack, trojan, malware gibi illetler tek bana musallat olmamış. Sevineyim mi üzüleyim mi bilemedim. Ancak bir çok site araştırması yapmama rağmen database i nasil temizleyeceğimi açıklayan mantıklı bir makaleye rastlayamadım. Bu yüzden eğer bu sorunla karşı karşıya kalmış ve sorunu çözebilmiş arkadaşlar varsa benimle iletişime geçmelerini rica edeceğim.

Saturday, June 25, 2011

Wordpress bloğunuz hack edildiğinde ne yapmanız gerekiyor?

Şu sıralar başımda ciddi bir bela var dostlar. Wordpress içerik altyapısını kullandığım web sitem spam linklerin saldırısına uğramış durumda.

Sorun şu ki bu linkleri sitenin anasayfasında göremiyorsunuz. Ancak kaynak kodları açtığınızda footer ya da header da görünüyorlar. Silmeye çalışıyorsunuz, silinmiyorlar. İnsanı resmen gıcık ediyorlar. Nasıl olsa anasayfada görünmüyor linkler deyip, sorunu ihmal etmeyin. Spam linkler sitenizin trafiğini taşıyor ve siz zengin içeriğinize rağmen ciddi bir düşüş yaşıyorsunuz.

Ayrıca Google da sitenizi Black List'e alabilir. Sonra o listeden çıkmaya uğraşır durursunuz. Şimdi benim de yapmaya çalıştığım aslında bu. Baktım ki çok fazla araştırıp, ortalığı karıştırıyorum tecrübelerimi paylaşayım istedim.

Sitenizde spam linkler varsa yapmamanız gerekenler:

1- Sitenize spam linkleri sildiğini ya da engellediğini iddia eden pluginleri yüklemeyin. Bu size yarardan çok zarar getirecektir. Üstelik baz virüslerin ve saldırıların pluginler aracılığıyla da yapıldığını ayrıca hatırlatmak isterim.

2- Eğer kod bilginiz yoksa özellikle functions.php sayfasındaki kodlarla oynamanızı pek önermem. Mazallah burada yaptığınız en küçük kod hatası siteye RTÜK uğramış etkisi bırakıyor. Dashboardunuza dahi ulaşamıyorsunuz.

3. Footer.php de sayfa sonunda ;


kodu varsa eğer şimdiden geçmiş olsun...

4. Spam linkler eğer header dayse buradaki linkleri manuel olarak silmeniz çok da mümkün değil. Header'dan sildiğiniz kodlar bir de bakmışsınız ki hoop footer da bitivermiş. Hay bin kunduz!

Sitenizden spam linkleri silmeniz için yapmanız gerekenler:

1. Sitenizin backup ını alın. Yazılar, resimler, datalar.. Herşeyin...
2. WP Directory'deki bütün dosya ve sayfaları silin
3. Kullanmadığınız temaları ve pluginlerin tamamını FTP'den silin. Siteniz yüklediğiniz temalar, pluginler ya da upload ettiğinz dosyalar nedeniyle spam linklerin saldırısıa uğramış olabilir. Ben şahsen daha önceden kullandığım teenstyle teması yüzünden siteye spam linklerin dadandığını düşünüyorum. Temayı düzenlerkken footer.php de görünür spam linkler mevcuttu. Haliyle o linkleri silip, temayı kurduk ve kendimzce o linklerden kurtulmuştuk.
4. Sitenizde kulandığınız temanın temiz olduğunda emin olun. Ücretsiz dağıtılan her temayı sitenize yüklemeyin.
5. Wordpress'in son sürümünü yükleyin.
6. Siteye dosya yüklerkn ücretisz programlardan File Zilla'yı tecih edin.
7. Database'i upgrade edin.
8. Sitenize gerekli gereksiz pluginleri yüklemeyin. En fazla 10 plugin işinizi görür. Spam linklerden ve yorumlardan korunmak için ilk başta yükleyeceğiniz pluginler: WP Super Cash, WP Hash Cash ve Akısmet olsun.




Thursday, June 09, 2011

Türkan filmi beklenen ilgiyi neden görmedi?


Sayın okur,
Dün posta kutuma Türkan filmi ile ilgili bir mail düştü. Maili, noktasına virgülüne dokunmadan sizlerle paylaşıyor ve bugün  köşemi Türkan filminin izleyicilerine bırakıyorum…
iyi okumalar,
Nurhan Demirel

Merhaba;
Size bu satırları Recep İvedik filminin gişe rekoru kırdığı bir coğrafyadan, Maskeli Beşler ve Kutsal Damacana biletlerinin ön satışla tükendiği bir seyirci kitlesinden sıyrılarak yazıyorum.
Kısa bir iki soru soracağım; Türk Sinema tarihinde onlarca oyuncunun figüranlığa bile gönüllü olduğu, hiçbir ücret talep etmeden oynadığı, butçesine rağmen tüm geliri bir vakfa bağışlanan film biliyor musunuz?
Ben biliyorum; Türkan…
Filmin tüm geliri Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ne aktarılacak. Filmin oyuncuları arasında aşina olmadığınız bir sima yok.
Ama alışılageldiği gibi, tenkit takdirden, köstek destekten kolaydır ülkemizde. Devletin profesör ünvanı verdiği bir hekimi bölücülükle yaftalamak, ismi hastanelere verilen, kurduğu dernek binlerce çocuğu okutan bir aydını münafık addetmek, tüm anılarına ölümünden 10 gün önce el koyulmasını normal karşılamak, burs bekleyen çocukların kayıtlara el konulduğu için yaşadığı mağduriyete sessiz kalmak, Türkan Saylan Lepra Hastanesi’nin doktorsuz kalışının sessiz izleyicisi olmak da normal karşılanır mı ülkemizde?
Ben sessiz seyircisi olmaktansa bu ürkek kitlenin, önyargılı toplumun, oturup eleştirmeyi, koşup el uzatmaya tercih eden insanların; Türkan’ın sinemada bir izleyicisi olmayı seçtim.
Çünkü ben de zorlukla okudum; ülkemin en doğusundan, en kuzeyinden, en güneyinden çıkıp okumaya gelen kız arkadaşlarımla beraber, bursumuz yattığında aldığımız bir küçük pastayı santimine kadar bölüşerek yiyen, kağıdımız bitmesin diye küçük yazmayı öğrenen, kalemlerini hiç kaybetmeyen, bir kitabı bir yurt odası dolusu arkadaşla paylaşarak okuyan; ama okuyan çocuklardık. Bizi arabayla okula götüren olmadı, hele kendi arabamızın hayali bile olmadı. Biz yürüdük, yollar aşındırdık, başardık.
O sebeple; bizim gibi okuyabilmenin yeni bir hayat edinebilmek olduğunu bilenler için, kıymetlidir Türkan Hoca.
Hayatı bu ülke kadınına bir ilhamdır.
Türkan Filmi’ne alınan her bilet, bir kız çocuğunu daha güldürecek. Bir Kardelen daha çıkacak karlar arasından, güneşi görecek.
Siz ne dersiniz? Bu film görülmeli yoksa gişe rakamlarına kurban mı edilmeli?
Lütfen karar vermeden önce vicdanınıza sorun.
Teşekkürlerimle
Türkan Saylan BeyazPerde’de Yaşasın!
http://www.facebook.com/turkansaylanbeyazperdede

Saturday, June 04, 2011

Röportaj: 2011 İlkbahar/Yaz mayo-bikini modası


Gözlerinizi açın ve bu röportajı dikkatlice okuyun. Bu hafta size iki kız kardeşin, daha doğrusu moda dünyasının zirvesindeki “ikiz kız kardeşlerin” başarı hikayesini anlatacağım. Ayça ve Zeynep Sadıkoğlu kardeşlerden bahsediyorum. İki kız kardeşin kurucusu olduğu OYE markası, bugün Hollywood yıldızlarının vazgeçilmezleri arasında yer alıyor. Başta Paris Hilton olmak üzere, Jennifer Lopez, Brooklyn Decker, Ashley Tisdale, Ana Beatriz Barros, Karolina Kurkova, Michelle Trachtenberg, Nicole Scherzinger  gibi pek çok ünlü isim markanın mayo ve bikinilerini tercih ediyor. OYE markası bugün, Saint Tropez’den Türkiye sahillerine kadar pek çok noktada satılıyor.

Bu mayoları giymek yürek ister…
Toplum olarak iyice obezleştiğimizden mayo ve bikini giymek için sürekli diyet yapmak durumunda kalıyoruz. OYE’nin birbirinden harika tasarımlarını giymek ve bikinilerin hakkını vermek içinse gerçekten güzel bir fiziğe sahip olmanız gerekiyor. Keza Sports Illustrated mankenlerinin giydiği tek Türk markası olan OYE’nin seksi tasarımları, ancak mankenlere taş çıkaracak vücutlarda güzel durur.

İşte OYE markası ve birbinden harika tasarımların hikayesi…

OYE markasının hikayesini anlatabilir misiniz?
Ailecek Hindistan’a yaptığımız bir seyahatte karar verdik OYE’ye… Küçüklüğümüzden beri hep beraber bir iş yapmak isterdik, ama tam olarak ne olduğunu bilmezdik.  Jaipur’da çok güzel doğal taşlar gördük ve bunları nasıl değerlendirebiliriz diye düşünürken bikini fikri aklımıza geldi.  Mayis ayıydı ve kendimize mayo alışverişi yaptığımız bir zamandı.  Fakat etrafta çok beğendiğimiz mayolarla karşılaşmamıştık. İkimiz de işimizi bırakıp, İstanbul’a geldik OYE’yi kurduk.
2011 Yaz sezonu için nasıl bir koleksiyon hazırladınız?

OYE’de hiçbir zaman desenli kumaş bulamazsınız. Klasik üçgen bikinileri taşlı aksesuarlarla birleştiriyoruz.  Kumaşlarımızı İtalya’dan getiriyoruz. Geometrik siyah-beyaz ağırlıklı tek parça mayolarımız var.2011 koleksiyonu Watchmen çizgi romanından ilham alınarak hazırlandı. Çizgi romanın çizimleri, renk seçimi, güçlü kadın karakterlerinin kıyafetleri, Rorscahch karakterinin maskesi vizüel olarak koleksiyona yansımış örneklerden birkaçı…

Kumaş tercihlerinizden bahsedebilir misiniz? OYE tasarımlarında çabuk kuruyan kumaşlar mı tercih ediyorsunuz?

Biz 5 senedir aynı kumaş markasını kullanıyoruz. Jersey Lomellina diye çok dayanıklı ve çabuk kuruyan bir kumaş. Cok memnun olduğumuz için değişiklik yapmayı düşünmüyoruz.
Vücuda uygun bikini nasıl seçilir?
Kendinize yakışanı ve içinde kendinizi iyi hissettiğiniz bikiniyi seçmek gerekir…

Vücut kusurlarını gizlemek için ne gibi hilelere başvurmak gerekiyor?
Bikini ve mayo giyerken aslında çok da vücut kusuru gizlemek mümkün olmaz.

Hangi vücut tipine sahip kadınlar mayoyu tercih etmeli?
Genelde göbeğinden şikayetçi kadınlar mayo tercih etmeli.

Hangi vücut tipine sahip kadınlar bikiniyi tercih etmeli?
Bikiniyi bizce herkes giyer ama yakışanı bulmak önemli.

Büyük göğüslü kadınlar mayo seçerken nelere dikkat etmeli?
Genellikle balenli mayolar tercih edilmeli.

Büyük göğüslü kadınlar bikini alırken nelere dikkat etmeli?
Göğüsleri çok ortada bırakan değil de düzgün bir coverage verebilecek bikiniler seçmeliler.

Küçük göğüslü kadınlar mayoda hangi modelleri tercih etmeli?
Kaplı ya da push-up modeller tercih edilebilir.  Fırfırlı da iyi bir fikir olabiliyor.

Kalçaları geniş olanlar hangi mayo ve bikinileri tercih etmeli?
İpli bikiniler değil de kenarları biraz kalın modeller tercih edilmeli.

Mayo ve bikininin kalitesi hangi kriterlerle ölçülür?
Rengi solmaması ve de aşınmaması gerekir… Ben hala 5 sene evvelki OYE bikinimi giyiyorum.

Bildiğim kadarı ile kişiye özel mayo-bikini de tasarlıyorsunuz. Bu konuda bilgi verebilir misiniz?
Kişiye özel mayo servisimizi geçen sene bıraktık.

Mayo ve bikinileri nasıl saklamalıyız?
OYE’ler her zaman küçük tül poşetlerde satılıyor.  Bikininizi havuz veya deniz suyundan sonra mutlaka tatlı sudan geçirmenizi ve bu şekilde kurutmanızı öneriyoruz. OYE’leri tül poşetlerin içinde saklamanızı tavsiye ediyoruz.

Bu yaz bikinimizi hangi renklerde seçelim?
Bu sene canlı renkler olarak kırmızı, turuncu, fuşya, olive gibi renkler öne çıkıyor.  Siyah beyaz tek parçaları da tavsiye ediyoruz.

Tasarımlarınızı kimler tercih ediyor?
Türkiye’den  Bengü, Hande Yener ve Burcu Esmersoy müşterimiz. Yurt dışında ise Paris Hilton, Jennifer Lopez, Brooklyn Decker, Ashley Tisdale, Ana Beatriz Barros, Karolina Kurkova, Michelle Trachtenberg ve Nicole Scherzinger ürünlerimizi tercih ediyor.

Sports Illustrated Dergisi’nde ilk kez bir türk markası olarak yer aldınız? Nasıl oldu, anlatabilir misiniz?
Miami’de her sene katıldığımız mayo fuarında Sports Illustrated’ın editörleriyle tanıştık… Çekim için mayo istediler.

Tasarımlarınızı en çok kimlere yakıştırıyorsunuz?
Kendine güvenen herkese çok yakıştırıyoruz.

Ürünlerinizi satın almak isteyenler nerelerde bulabilir?
İstanbul’da Harvey Nichols, V2K ve Laundromat’tan ulaşabilirler. Çesme’de Deno butik, Fethiye’de Hillside ve Antalya’da Brandroom’da ürünlerimiz satılıyor.

İnternetten satış yapıyor musunuz? Müşterilerinize hangi kanallardan ulaşıyorsunuz?
Kendi sitemizden satış yapmıyoruz henüz. Gelecek sene için böyle bir projemiz var.

Private shopping hakkında ne düşünüyorsunuz? İndirimli ürün satışı yapılan sitelerde yer alıyor musunuz? Yakın zamada bir kampanyanız olacak mı?
Private shopping çok önemli bizce.  İndirimli satış yapan www.limango.com.tr’ den belirli aralıklarla ürünlerimizi indirimli bir şekilde sunuyoruz. Haziran’ın 3.haftasında tekrar bir satışımız olacak.