Monday, August 08, 2011

Sibel Asna'dan bir başarı hikayesi

Sevgili Okur,
Ölmeden önce tanışmanız gereken 100 insan diye bir liste yapsak, o listenin en başına Sibel Asna’yı koyardım. Bu haftaki röportaj konuğum A&B İletişim’in Yönetim Kurulu Başkanı ve Lava markasının yaratıcısı Sibel Asna’yı nasıl tarif edeceğimi bilemiyorum. O, hem çok başarılı bir işkadını hem de modern bir çiftçi. Evet yanlış duymadınız bir çiftçi. Asna, bahçesinde hobi olarak yetiştirdiği lavantalardan bir marka yaratmış. Sibel Hanım’ın lavanta yetiştiriciliğine başlaması, Akmeşe Köyü’ndeki çiftlik evinin kapısına bir tır dolusu lavanta fidesinin gelmesiyle başlıyor. O fideler dikiliyor, büyüyor ve “Lava” markası çiçek açıyor. Tasarımını ünlü grafik tasarımcımız Bülent Erkmen’in gerçekleştirdiği markanın lavanta keseleri, sabunları, yağı ve kolonyası bulunuyor. Ürünler çok şık ambalajlarda lavanta sevenlerle buluşuyor.

Asna, Akmeşe köylülerine istihdam yaratmak için kahvehanelerde köylülerle toplantılar yapmış ama köylüler hızlı kazanç elde etmek istedikleri için lavanta yetiştiriciliği konusunda risk almak istememiş. Asna, Türkiye’de lavanta ticareti yapabilmek için geniş arazilere ihtiyaç olduğunu, lavanta yetiştiriciliği konusunda topyekün seferberlik ilan edilmesi, köylülere istihdam yaratılması ve Türkiye’nin tarım politikalarını geliştirmede etkin bir rol oynaması gerektiğini düşünüyor. Asna, Lava markasını bir hobi olarak hayata geçirdiğini ve bu işin bir hobi niteliğinde kalacağını özellikle belirtiyor. Keza onun asıl mesleği iletişim danışmanlığı. Türkiye’nin ve dünyanın  en önemli markalarına ekibiyle birlikte projeler geliştiriyor ve markaları geleceğe taşıyor….

Aslıda bu röportajı onunla mis kokulu lavanta tarlalarının arasında yapmak istiyordum… Ancak mevsimin kış olması nedeniyle bu isteğimi ertelemek zorunda kaldım. Asna ile Nişantaşı’ndaki ofisinde buluştuk, hem A&B İletişim’i hem de Lava’yı konuştuk….
Sibel Asna’yı ve A&B İletişim’i tanıyabilir miyiz?
A&B Halkla İlişkiler 1974 yılında Prof. Dr. Alâeddin Asna tarafından kuruldu. İletişim ve halkla ilişkilerin Türkiye’de hem bir meslek hem de eğitim konusu haline gelmesine öncülük eden kişidir kendisi. Alâeddin Bey, yaklaşık 7-8 yıl şirketin bilfiil yönetiminde olduktan sonra şirkete ben geldim ve sorumlulukları paylaşmaya başladım. Bir süre sonra da Alâeddin Bey akademik dünyaya tümüyle dönme kararını verdi ve şirketi ben devraldım. Yanlış hatırlamıyorsam 1993-1995 yılında. Ben şirketin kurucusu değil, sürdürücüsü ve geliştiricisiyim.
Kuruculuk çok daha farklı bir şey. 1974 yılında böyle bir konuyu düşünmek, gerçekten vizyon gerektiriyordu. Ben kurulmuş şirketi devralıp, onu büyütüp, geliştirip, bugünkü noktasına taşıyan kişiyim. A&B bugün çalışmalarına Anonim Şirket olarak devam ediyor. Şirketin ortakları içinde benim ve Alâeddin Asna’nın yanı sıra, şirkete emek vermiş çalışanlar da hissedardır. Dolayısıyle A&B İletişim, çalışanlarının hissedar olduğu, pay aldığı ve gelecekte tamamen çalışanlarının sahip çıkacağı bir kurum olarak faliyetlerini sürdürüyor.

A&B İletişim müşterilerine hangi alanlarda hizmet veriyor?
A&B kurumlara ve sivil toplum örgütlerine iletişim danışmanlığı hizmeti sunuyor. Yani onlara kendilerini topluma nasıl ve hangi yöntemlerle anlatacakları, ne diyecekleri, kendi kurumsal gerçeklerini ilgili taraflarla nasıl paylaşacakları konusunda danışmanlık yapan bir kuruluştur ve sadece bu işi yapar. Reklamla veya masaüstü yayıncılıkla ya da  başka işkollarıyla ilgisi olmamıştır. 37 yıldır yegane iştigal alanı iletişim danışmanlığıdır. Biz müşterilerimizle hep uzun soluklu ilişkiler geliştirdik. Şu anda portföyümüzde 30 yıldır birlikte olduğumuz, 25 yıldır birlikte çalıştığımız Türkiye’nin çok önemli, dünyanın çok değerli markaları var.

Başarınızı neye borçlusunuz?
Kendimizi o müşterinin bir parçası olarak görüyoruz. Müşterimizin ihtiyaçları, gelecek planları ve beklentileri doğrultusunda hizmet veriyoruz. Tabii ki bu beklentiler içerisinde kâr etmek de vardır fakat asıl önemli olan kurumların varlık sebeplerini doğru konumlandırmasıdır. Onlara bu varlık sebebini iyi anlatmaları için ortam sunan bir şirket olduğumuz için de bu kadar uzun süreli bir ilişki geliştirebiliyoruz. A&B müşterilerine artık bir ortak gibi davranıyor. Onun bir parçasıymış gibi davranan, onun adına düşünen, onun adına fırsat kollayan, onun adına potansiyel riskleri öngören, müşterinin öngöremeyeceği riskler konusunda onu uyaran bir kurum olarak çalışmalarını sürdürüyor.

Kurumun hem köklü olması hem de çalışanların şirketin bir parçası olması, müşterileri  ilişkilerine olumlu yönde yansıyor sanırım…
Çok güzel tespit ettiniz meseleyi. Bu iş bir sac ayağı gibidir. Çalışan olmadan şirket olmaz. Çalışanın kurumun prensiplerini, kendi prensipleri gibi görmesi gerekir. Örneğin A&B’nin etik ilkeleri arasında çok önemli bir  yere sahip olan iş yapış şekilleri, şirketin neyi yapıp neyi yapmayacağını kurala bağlamıştır.

Kadın çalışanlarınızın yaşam stillerinden ve çalışma koşullarından bahsedebilir misiniz?
A&B kadın meselesine çok destek verdi, birçok sivil toplum örgütüyle birlikte çalıştı. Ben ise kadın konusunu çok ciddi olarak gündemine almış ve almakta olan bir kişiyim.

Kadına değer veren bir yönetici ve değer veren bir kurum…
Kadına değer vermenin gerekliliğini bile aşağılayıcı bir durum olarak görüyorum. Kadının toplumda hak ettiği yeri alması gerektiğini sonuna kadar savunan biriyim.

Peki küresel eşitsizlik sıralamasında Türkiye’nin durumu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bu durumu çok vahim buluyorum. Türkiye Cumhuriyeti kadına seçme ve seçilme hakkı vermiş, Medeni Kanun  bir sürü hak tanımış, birçok konuyu erken hayata geçirmiş ama esasında Türkiye bunu içselleştirememiş. “Mış gibi” yapmış. Tıpkı diğer yaptığı “mış gibil”er gibi. Kadına verdiği değer de “mış gibi”. “Evinin kadını” diye bir tabir var. Ne demek evinin kadını? Bu nasıl aşağılayıcı bir tanımdır? Veya “Artık ben evimin kadını olacağım çalışmayacağım” deme hakkını kendinde rahatlıkla gören, kızları “büyüyecek, gelin olacak” diye seven bir toplumun çocuklarıyız biz.

Zaten ev kadınlığı konusuna gelirsek herkesin bir evi var. Aslında düşünürsek bütün kadınlar bir yerde ev kadını…
Sokak kadınlığı diye bir şey mi var? Sokakta yaşayan kadınlar ve erkekler var. Onlar için çok üzülüyorum. Sadece Türkiye’de değil, gelişmiş toplumlarda sokakta yaşayan insanları gördükçe üzülüyorum. Tamam onlar var. Bunun dışında “evinin kadını” ne demek? Aileler kızlarını, büyüyücek de gelin olacak diye seviyor…. Niye “benim kızım büyüyecek ve Cumhurbaşkanı olacak” diye sevmiyor anneler? Niye kız çocuklarını erkek çocuklarına hizmet eden statüsünde tutuyor anneler? “Çocuğum ağabeyine su ver, kızım ağabeyinin yemeğini hazırla, kızım git ağabeyine şunu yap.”…. Bunlardan kurtulamamışız ki biz kadının hakkından konuşuyoruz? Biz kadına belirli çerçeveler içinde öğretmen olsun, hanımefendi olsun, kibar olsun, iyi bir koca bulsun, iyi bir anne olsun şeklinde roller biçiyoruz. Çizgimiz bu. Hayır efendim erkeklerden neyi bekliyorsak, kadınlardan da onu beklemek zorundayız. Hepimiz eğer erkek çocuğumuzun iyi bir işi olsun istiyorsak, kızımızın da iyi bir işi olsun diyeceğiz. Kızımızdan namuslu, ahlaklı olmasını bekliyorsak erkek çocuğumuzun da dürüst, namuslu, ahlaklı, ilkeli olmasını, vergi kaçakçılığı yapmamasını isteyeceğiz. Namus meselesini kızlarımıza havale edip erkeklerimizin her türlü yolsuzluğu yapmasına göz yummayacağız….

Genellikle halkla ilişkiler sektörüne baktığımızda  ağırlıklı olarak kadın çalışanların daha fazla bu işi tercih ettiğini düşünüyorum…
Bu işi hem kadın hem erkek son derece iyi yapabilir. Eskiden halkla ilişkiler davet düzenlemek, şık ortamlar hazırlamak olarak düşünüldüğü ve kadınlar da bu konuda daha yetenekli oldukları için bu mesleği daha çok tercih ediyorlardı. Ama bugün bir finans iletişiminden konuşuyorsak eğer, kadın erkek fark etmiyor. İşi kim daha iyi yapıyorsa, o yapıyor. Otomotiv iletişiminden konuşuyorsak, kadın mı iyi yapar yoksa erkek mi? Hangisi iyi yapıyorsa, o yapar. Kadın mesleği falan diye bir ayrım kabul etmiyorum.

Aslında iş dünyasında eşitlenmiş durumdayız…
Halkla ilişkileri masa örtüsüne bakıp çiçek koymak, organizasyon yapmak diye düşünüyorsak, o vakit kadınlar bu işi daha iyi yapar diyebiliriz. Onun dışında kadınlar iyi yapar da gay’ler iyi yapmaz mı? Bence çok daha iyi yaparlar. Kadınlardan daha yaratıcı onlar. Dolayısıyla cinsiyetçi ayrım yapmayı ben çok uygun bulmuyorum.
Ancak kadının yönetim konusunda başarılı olacağını düşünüyorum. Çünkü kadının EQ’su daha fazla. EQ’sunu kullanabilmeyi yeteneği daha gelişmiş. Yöneticilikte esas olan unsurlardan birisidir bu. Onun için kadının artık yönetici ve karar verici noktaya gelmesi gerektiğini konuşmamızın zamanı geldi diye düşünüyorum. Kadının çalışması falan bunlar geçmişte kaldı. Kadın zaten çalışmak durumunda….Asıl, kadının artık yönetici, karar verici konumda olması gerekiyor… Bu şart!

Günümüzde metropol kadınının kültürler arasında sıkışmış olduğunu görüyoruz. Ataerkil toplumun kadından beklentileri var. Lava markası aslında bu iş stresinden doğaya kaçış, bir kendini bulma macerası mı?
Hayır, değil. Ben iş dünyasının içinde olmayı seviyorum. İş dünyasının içinde olmayı, etkin rol almayı seviyorum. Hem iş dünyasının içinde olmaktan, hem de metropolün diğer avantajlarından sanattan, kültürden, sosyal ortamdan maksimum yararlanmaktan çok hoşlanıyorum. Bir o kadar da doğanın içinde olmaktan hoşlanıyorum. Ben kendimi doğa savaşçısı olarak görüyorum. Doğa savunucusuyum. Her türlü doğa koruma çalışmasını destekleyen bir yapım var. Dolayısıyla hayatımı ikiye böldüm. Bir bölümü metropolde, diğer bölümü ise köyde geçiyor. Ben ikisini de yaşamayı seviyorum. Köy ya da metropol hayatını severim ama kasabadan pek hazzetmem.

- Lava markasının doğuşu kapıya bir tır lavanta fidesinin gelmesiyle başladı… –
Peki Lava’nın kuruluşu nasıl oldu? Lavanta yetiştiriciliğine nasıl karar verdiniz?
Şöyle oldu; önce çiftlikteki evimin bahçesine dekorasyon amaçlı lavanta ektim. Bir de baktım ki büyüdü, çok güzel oldu… Fransa’daki Provence bölgesinde çok dolaştım. Oradaki lavanta tarlalarına aşık olmuştum. Böyle bir şey olamaz! Doğanın daha güzel bir fotoğrafı olamaz. Bir tarafta üzümler, bir tarafta lavantalar, bir yanda ayçiçekleri… Empresyonistlerin neden ilham aldıklarını gösteren bir ortam. Lavantaya orada aşık oldum. Sonra bahçemde lavanta yetişince, kendi kendime “neden burada lavanta yetiştirmeyeyim” dedim ve harekete geçtim. Toprak analizleri falan yaptırdım. Bayağı da bilimsel yaklaştım olaya. Gayet cahilce ama bilimsel!.. Daha sonra toprağın cinsinin uygun olduğu çıktı ortaya ve çok şanslıydım ki bu konuda yetkinliğine güvendiğim seracı bir dostum vardı, Ünal Vural… Onu aradım. Kendisi bana İzmitli olduğunu ve bölgeyi çok iyi bildiğini ifade etti, “Ben sana lavantaları yollarım hiç merak etme.” dedi ve ne kadar lavanta ekeceğimi sordu. 3 dönüm civarı dedim. “Tamam, ben sana 3 dönüme yetecek kadar lavanta gönderirim.” dedi . Ve kapının önüne bir tır dayandı bir gün… Lavanta fideleri tırla geldi.

Siz tohum falan bekliyordunuz herhalde?
İşte bu konuda o kadar cahildim… Tamam saksıya çiçek diktim, bahçeye çiçek diktim, ağaç diktim falan ama ziraat çok daha ciddi bir iş. O tır gelince neye uğradığımızı şaşırdık… 3.000 tane fide geldi, onları dizdik kenara ve dikene kadar mahvolduk. Yanlış diktik önce… Daha sonra onları düzelttik falan el yordamıyla ve bir lavanta tarlası çıktı ortaya. Müthiş bir ürün aldık. Aman Allah’ım bir ürün ki dağ taş lavanta doldu. Bunun üzerine dedim ki bir marka geliştireyim, bakalım nasıl olacak.
Evin bahçesinden marka  olmaya giden süreç başlıyor…
Ben firmalara marka olmayı öğreten, danışmanlık yapan, akıl veren kişiyim. Ancak şimdiye kadar elimi taşın altına hiç koymadım. Bir A&B markasını yarattık  ama hep fikir üreterek, fikir satarak, düşünce satarak bu işi gerçekleştirdik. Bizim işlerimiz sanal, soyut bir ortamdadır. Soyut kavamlardan konuşuyoruz. Sonunda somut verilere ulaşıyoruz ama süreç boyunca soyut kavramlarla uğraşıyoruz. İlk defa böyle bir durumla karşılaştım ve denemek istedim. İlk yıl bir koleksiyon gerçekleştirdik. Çok sevgili dostum, hayatında hiç lavanta görmemiş Bülent Erkmen lavantaları tanıdı, ona göre markamızı tasarladı. Lava diye bir ürün çıktı ortaya. Buna bir hobi gözüyle baktım hep, ticari bir amacı ve hedefi yok bu işin. Tümüyle bu işe odaklanırsam olabilir, ancak şimdi hobidir, ürün geliştirmektir, tarlaya dikmektir, o tarladan çıkan hasattan deneysel ürünler geliştirmektir. Kabul edilebilir bir formata sokmaktır. Değer katılıp katılamayacağını araştırmaktır. Mesela lavanta yağı yapmak çok verimli bir iş ama tonlarca çıkarılması gerekiyor.
Bunun için daha büyük tarlalara mı ihtiyacınız var?
Tabii ki. Ben bunu en çok da bölge köylüsünü eğitmek için yaptım. Gittim mesala kahvelerde, okullarda konferans verdim. “Bakın potansiyel bir üründür bu…Dünyada da şöyle bir üründür… Yağını çıkarırsan, bundan para kazanırsın, ama yağını çıkarmak için de ölçek lazım… Yani tonlarla ürün çıkarmak lazım. Ben çıkarıyorum yılda 250 kg tohum. O tohumdan taş çatlasın 10 – 15 kilo yağ elde edilebiliyor. Pazarı var ithal ediliyor. Gelin, boş duran tarlalarınızı değerlendirmek üzere bir kooperatif kurun, elbirliğiyle alternatif tarım yapalım.” dedim, ama pek dinleyen olmadı. Ben de doğrusu daha fazla üstelemedim. “Demek ki her şeyin bir zamanı var.” deyip kendi küçük hobi dünyama döndüm. Şimdilik! J

“Girişimcilik, risk almayı gerektirir”
Mesela benim ailem Ordulu. Fındık başlıca ürünleri. Bunun dışında yıllardır tarlaya patates, mısır gibi klasik ürünleri ekiyorlar. Ben de sizin gibi ekip dikmeye çok hevesliyim. Domates, salatalık, roka, marul, havuç gibi birçok sebze yetiştirdim köyde. Hatta Kore’den tohum bile getirtip, yetiştirdim. Ancak benim gördüğüm kadarıyla insanlar yeniliklere kapatmış kendilerini. Farklı ürün yetiştirmek, risk almak istemiyorlar. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Köylü risk almayı sevmiyor, yenilikten hazzetmiyor… Ya bildiğini yapmak istiyor ya da fazla emek harcamak, çok fazla çalışmak istemiyor. Minumum çalışarak, maksimum gelir elde etmek istiyor. Bunun da çözümünü tarlasını satarak bulmuş. Bakıyorum arazisini satıyor, arabasını alıyor. Daha sonra para gidiyor, arabayı da çarpıyor, geriye hiçbir şey kalmıyor. Dolayısıyla Türkiye’nin köylüsünün zihniyet değişimi için bir şey yapılması gerekiyor. Ben köyde uğraştım, didindim, insanlara anlatmaya çalıştım. O geldi “Tamam abla ben de dikeceğim.” dedi, öbürü geldi “Ben de dikeceğim.” dedi. Ama bunu yetiştirmek için çalışacaksın, budayacaksın, dibini temizleyeceksin, su yollarını yapacaksın. Bunları duydukça yavaş yavaş uzaklaşmaya başladılar. 7 yıldır uğraşıyorum, ben bunu başaramadım. Kendime de pay biçiyorum. İkna edip bunu dikmeyi ve ticaretini geliştirip bölgeyi bir lavanta bölgesi haline getirmeyi başaramadım. İnsanlara yaptığım şey hobi gibi geliyor. Merak etmiyorlar. İlk sordukları soru şu:“İlk sene kaç para kazanacağız?”. İlk olarak bu soru sorulduğu zaman, bu işler yapılmaz. Girişimcilik, risk almayı gerektirir. Girişimcilik, çalışmayı gerektirir. Girişimcilik, açık olmayı, olayı bütün boyutlarıyla karşılamaya hazır olmayı gerektirir. Dolayısıyla ben bu ölçeği Akmeşe’de büyütemedim. Akmeşe’nin erkekleri kahvede oturuyor. 13-15 tane kahvesi var 2.000 nüfuslu köyün. Akmeşeli ne domatesi kendi tarlasında yetiştiriyor, ne salatalığı… Manavdan alışveriş yapıyorlar ve ben buna inanamıyorum! Bu durumun sadece bizim köye özel bir durum olduğunu düşünmüyorum. Turizm potansiyeli olan pek çok kent ve köyde, arazi satma hastalığı girdikten sonra üretimden vazgeçilmiş. Bu yüzden tarım doğru şekilde yapılmıyor.

“Türkiye’nin baş etmesi gereken en büyük hastalığı, çalışmamak!”
İnsanlar çalışmak yerine kahvehanede oturmayı tercih ettikleri için Kurban Bayramı’nda bile ithal hayvanın caiz olup olmadığını konuştuk… Anduzlar getiriliyor yurtdışından… Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Şu sıralarda sanırım yeni trend hayvancılık. Çevre köylerde de görüyorum ama hayvanlar pislik içinde. Hayvanların bakımı yapılmıyor, yıkanmıyor, fırçalanmıyor. Yediriyor, içiriyor, pis ahırında hayvanı yatırıyor. Hayvana bakım yapılmazsa,ortamı düzgün tutulmazsa tabii ki ölür, tabii ki hastalığa maruz kalır. Hayvanın varsa, ahırını temizlemek zorundasın. Bir şeyler yapılıyor ama fazla iş yapmamak için yalnızca elden gelen yapılıyor. Türkiye’nin tarım sektöründe baş etmesi gereken en büyük hastalık çalışmamak! Buna karşılık çok ciddi çalışan başka bir zümre var. Onları yakından takip ediyorum, çok çalışıyorlar. Deli gibi çalışıyorlar. Şu anda Türkiye’nin ekonomisini, lokomotifini onlar oluşturuyor. Çünkü ekonomik patlamaların, büyük gelişmelerin arkasında çok çalışkan, çok yoğun çalışan bir KOBİ zihniyeti var. Ne yazık ki bu KOBİ zihniyeti tarıma aktarılmış değil. KOBİ’nin önce “Küçük ölçekli iş kurayım, iki tane torna alayım işi biraz daha büyüteyim, sonunda sanayici olayım.” diyen insanları, ne yazık ki tarımda aynı heyecan ve coşku içinde değil.

-Tehlike çanları çalıyor, Türkiye ciddi bir tarım reformu yapmak zorunda-
Türkiye’nin terör politikaları da bunda bir etken mi? Çiftçiyi, köylüyü desteklemiyor mu devlet?
Bu zamana kadar köylü hep oy torbası olarak görülmüş. Gelen bütün hükümetler 3 kuruş para verip oyunu alıyor. Yok çay için veriyor teşviği, yok fındık için veriyor. Köylünün daha iyi üretmesi, daha büyük ölçekli düşünmesi için çalışmalar yapılmalı. Bir kere küçücük tarlalarda iş yapılıyor. Ekili alanların boyutunun büyümesi lazım. Buğday ithal ediyoruz. Hani Anadolu buğday deposuydu? Hani biz dünyanın gıda deposuyduk? Bunların slogan olmaktan öteye bir anlamı yok ne yazık ki… Türkiye, ciddi bir tarım reformu yapmak zorunda. Bu da sadece teşvikle olmaz. Ona para ver, buna para ver şeklinde bir yere varamayız. Tarım ancak bilimsel yöntemlerle ve geniş ölçekte yapıldığı zaman verimlilik sağlıyor. Bu da ancak bilgiyle olabilir.

Küresel ısınma iklimlerin değişmesine neden oldu. Dolayısı ile yetiştirilen ürünlerin de değiştirilmesi gerekir öyle değil mi?
Kesinlikle. Bu yıl ne domates alabildik, ne de doğru dürüst salatalık yiyebildik… Kendi ölçeğimden baktığımda, şimdi sera kurmak zorundayım ben. Güneş öyle bir kızgın geldi ki ürünler yandı. Bu gidişle korkarım, küresel ısınma nedeniyle sera dışında ürün yetiştiremeyeceğiz. Dolayısıyla bunları düşünmemiz lazım. Bu konularda çare bulmamız, yeni iş yapış modelleri geliştirmemiz lazım.

Dünyada açlıkla boğuşan ükeler gibi gelecekte biz de bu sorunu yaşayabiir miyiz? Tarım politikaları geliştirilmezse ileride bizi açlık ve kıtlık mı bekliyor?
Bu durumu Türkiye için büyük bir tehdit olarak görüyorum. Türkiye için susuzluk tehlikesi var. Türkiye susuz kalacak ülkeler içinde yer alıyor. Türkiye tarım politikalarını doğru düzgün bir şekilde gözden geçirmezse, 20-25 yıllık tarım projeksiyonları ve yeni tarım politikaları geliştirilmezse, susuzluk kadar açlıkla da karşı karşıya kalabilir. Gıdasını dışarıdan satın alacak bir ülke haline geleceğimizi düşünüyorum. Şu anda Türkiye’de muazzam bir ekonomik patlama, muazzam bir hareketlilik var. Bunu asla görmezden gelmiyorum. Ama bir o kadar da tarım konusunda 25 yıllık, 50 yıllık planlar yapılması lazım. Dünya büyük tehdit altında. 50 sene sonraki insanlar bizden çok daha zor koşullarda yaşayacak. Su ve oksijen daha az, hava kirliliği daha fazla olacak. Ben çok karamsarım doğanın gidişatıyla igili…

Türkiye’deki insanlar, köylüler lavanta yetiştiriciliği konusunda desteklenseler, eğitilseler ülke ekonomisine nasıl bir katkı sağlanabilir? Bir lavanta yetiştiricisi olarak bu konuda görüşlerinizi öğrenebilir miyim?
Açıkçası bu zihniyet yapısıyla nasıl olacak bilemiyorum. Gençler, toprağa dönük değil. Yaşlılar ve orta yaşlılar eski zihniyette ve yeniliğe açık değil. Genç insanların tarıma yönlendirilmesi lazım. Ziraat Fakültelerinin niteliğinin değişmesi lazım. Ziraatin cazip hale getirilmesi, okulların reforme edilmesi lazım. Bir seferberlik yapılması gerektiğini düşünüyorum. Ciddi adımlar atılması gerekiyor. Nasıl finans konusunda çok başarılı adımlar atıldı, BDDK kuruldu, Merkez Bankası politikası geliştirildiyse; aynı ciddiyet ve zihin yapısıyla tarım, doğa ve çevre politikaları konusunda da çok ciddi adımlar atılması gerektiğini düşünüyorum.

Zaten bu adımların atılması gerekiyor ama maalesef biz millet olarak hep son dakikaya bırakıyoruz herşeyi…
Başka işlerde bunu yapabilirsiniz ama doğa affetmez.

“Doğa alarm veriyor, duyan yok!”
Bütün dünyayı etkileyen ekonomik kriz için tehlike çanları, aslında çok önceden çalmaya başlamıştı. Doğa, tarım ve hayvancılıkla ilgili sorunları konuştuk. Bu konuda gerekli tedbirler alınmazsa ekonomik krizden çok daha fazla ciddi krizler bizi bekliyor sanırım…
Biz bu dersi daha önce almıştık. 1994’te ve 2000 yılında büyük krizler yaşadık. Biz bankacılık sitemiyle ilgili çok iyi bir ders aldık… Sektör muazzam tedbirler aldı ve bugün gördüğünüz gibi çok sağlam duruyor, çünkü önceden tedbirini aldı, işi sıkı tuttu. Amma velakin doğa konusunda daha hızlı hareket edilmesi gerekiyor.
Doğa alarm veriyor ama duyan yok. Doğa öyle bir şeydir ki, 3-5 senede toparlatamazsın. Bankacılık sektörü 2000’den 2010’a kadar ancak toparlanabildi ama doğayı, doğadaki yaşanan bir krizi 10 yıl gibi bir sürede toparlayamazsınız. O tarz tahribatlar, 20 yıl 50 yıl gibi uzun süreçler ister. Yangından sonra bir ormanın ağaçlandırılmasının kaç sene sürdüğüne bir bakalım. BP’nin son petrol platformu faciasının kaç yılda toparlanacağını hep birlikte göreceğiz, belki de göremeyeceğiz… Doğanın kendisini yenilemesine zaman tanımak lazım. Doğayı yenilemek insanların kontrolünde değil.

Doğal dengeyi bozmamak lazım…
Evet, eğer bozarsanız, sonra sera gibi doğal olmayan ortamlarda tarım yapmak zorunda kalırsınız. Bu çok daha maliyetli. Dünyada  binanın bilmem kaçıncı katında tarım yapmaya başladı insanlar. Çölde bile tarım yapılıyor. Bizde o bilgi birimi yeterince yaygınlaşmış değil. Çok ciddi bilgiye sahip olanlar da var ama ölçeği küçük. Toplumsal seferberlik ilan etmek lazım… Yeni teknolojiler geliştiren, tanıştığım, saygı duyduğum insanlar var. Ancak projeler Türkiye çapında yaygınlaştırılmış ve bir seferberlik ruhunda değil. Bir tarım fuarına gittim geçen sene. İlk defa bu kapsamda bir tarım fuarı gördüm. Bu yıl Adana’da yapılacak. Gene gideceğim fuara. Bu fuarlara neler olup bittiğini görmeye, anlamaya gidiyorum. Gözlemlediğim kadarıyla özel sektörde hareket var, başladı. Bu da bir nebze olsun umutlandırıyor beni.

Organik beslenme konusunda bir trend var. Bu konuda neler düşünüyorsunuz?
Organik önemli fakat organik tarım yapmak hiç kolay değil. Bilinçli bir ürün gamı geliştirmek, bilinçli bir şekilde toprağı işlemek de bir yöntem olabilir. İlle de organik olması şart değil. Kuralına göre yapılan tarım da Türkiye için bir açılımdır. Organik ürünler, değerli ama niş bir market. Kolaylıkla üstesinden gelinebilecek bir uygulama değil. Ar-Ge gerektiriyor. Çeşitlendirilmiş Ar-Ge çalışmalarıyla geliştirilmesi gerekiyor.

Lavanta yetiştirmek isteyenlere ne önerirsiniz? Bu işin pazarı nasıldır? Ne yapak gerekir? Kimlerle kontağa geçmek lazım?
Lavanta üretimi ve işlenmesi bir kooperatifleşmeyi gerektiriyor. Lavantanın binlerce dönüme ekilmesi gerekiyor. 100 dönümle, 200 dönümle olmaz. Lavantadan gelir elde etmek isteniyorsa eğer, binlerce dönüm dikilmesi lazım. Daha sonra ürünlerin damıtılması, yağların çıkarılması lazım. Ortak bir tesis oluşturup, ürünlerin yağının çıkarılması lazım. Fransa’da bu iş böyle gelişmiş. Köylüler birleşmiş, ortak bir damıtma tesisi kurmuş. Grasse Bölgesi,  Provence Bölgesi önemli kokulu yağlar üreten bölgeler. Isparta’nın gül yetiştiriciliği gibi.
Lavantayı büyük miktarlarda ekmezseniz, büyük miktarlarda tarımını yapmazsanız, büyük kârlar elde edemezsiniz. Türkiye’de, ithal edilen yağın kilosuna 25-45 lira arasında fiyat veren bir pazar var. Lavanta haricinde Türkiye’de birçok ot var. Lavanta benim özelimde. O kadar çok endemik bitki var ki… Öyle çok potansiyel var ki.. Mühim olan doğru gözlemde bulunmak. Neye ihtiyaç var? Neye daha çok talep olur?.. Mesela ben bahçeme 75 tane elma 75 tane de kiraz diktim. Elmalar eciş bücüş. Hiç piyasadaki o düzgün elmalara benzemiyor.

Hormonsuz olduğundan olabilir mi?
Ne ilacı var ne de yapay bir katkı maddesi. Doğal olmasına özen gösteriyorum ama çoğu insan o eciş bücüş elmayı beğenmiyor. Nurtopu gibi yusyuvarlak, her tarafı düzgün elma almak istiyorlar. O elmaları şimdi ne yapacağımı düşünüyorum. Bayağı da çok ürün verdi. Bir elma marmelatı üretimi falan geliştirmeyi düşündüm. Şimdi üstünde çalışıyorum, araştırıyorum. İnsanlar diyecekler ki senin tuzun kuru, başka bir gelirin var. Evet ben asıl gelirimi kendi işimden sağlıyorum ama abuk subuk şeylere para harcayacağım yere bunlara harcıyorum. Kendimi mutlu ediyorum. İş ve hobi olarak bakıldığı zaman, olayı daha farklı değerlendirmek  gerekir. Eğer girişimci bunu işkolu olarak görecekse araştıracak, her kuruşunu, her yaptığı yatırımın geridönüşü var mı yok mu hesaplayacak, biraz nabız yoklayacak… Ne çok korkak olacak, ne de çok cesur. . Mantık ölçüsünde risk alacak. Varını yoğunu koyup da iş kuranlar var. KOBİ’lerin içinde bunu çok görüyorum. Hayranlık duyuyorum. O girişimci ruhun nasıl olup da ortaya çıktığını merak ediyor, neler yapabildiğini gördükçe de çok etkileniyorum. Kadın girişimciler de çok var. Kadın girişimcileri desteklemek üzere, müşterilerimizle birlikte projeler tasarlıyor ve hayata geçiriyoruz. Garanti Bankası’nın kadın girişimciliğini desteklemek üzere yaptığı çalışmalar var. Orada çok heyecan verici işler görüyoruz. Kadınlar, karar verici konuma gelecek. Kadınlar, üst yönetime gelecek. Kadınlar, siyasete girecek. Bunlar olmadığı sürece, Türkiye küresel eşitsizlik sıralamasında en sonlarda yer almaya devam eder. Kadın, karar verici olacak. Karar verici kadınların, erkek yöntemleriyle değil, kadın yöntemleriyle karar vermesi gerekiyor. Yönetimin dişisi de vardır, erkeği de. Erkek savaşçıdır, kadın barışçıdır. Bu ülkenin barışçı yaklaşımlara ihtiyacı var.

Pozitif, işbirlikçi ve yapıcı olmak gerekiyor…
Bu ülkenin  uzlaşmaya ihtiyacı var. Coexictence’a ihtiyacı var. Coexistence’ın tek kelimelik bir Türkçe karşılığı yok. “Barış içinde birlikte var olmak” anlamına geliyor. Bakın kelimeyi, uzun uzun tarif etme gereğini duyuyoruz. Bir kelimenin dilde karşılığı yoksa, o toplumda o anlayış da yok demektir.

Tarım konusunda başarılı olabilmek için erkeklerin kahvehanede oturmak yerine eşleriyle birlikte çalışmaları gerekiyor.
Kadının da erkeğin de birlikte çalışması gerekiyor.

Lava ürünlerinden biraz bahsedebilir misiniz?
Ürünlerimizi geliştirdik, tasarımları geliştirdik… Geliştirmeye de devam ediyoruz. Ürünlerimiz, çamaşırların arasına ya da yastığın altına koymak için kullanılabilir. Çünkü lavanta kokusuyla uyumak hem huzur veriyor, hem de insanı sakinleştiriyor. İsterseniz gardırobunuza ve çekmecelerinize de lavanta torbaları koyabilirsiniz. Her ürünün kendine ait bir fonksiyonu var. Lavanta yağlarımız ve sabunlarımız da var. Özellikle sabunlarımız cildi yumaşacık yapıyor. Kokusu uzun süre gitmiyor. Lavantanın asıl etkisinin karaciğer üzerine olduğu söyleniyor. Lavanta çayının karaciğere son derece faydalı olduğundan bahsediliyor. Her şeyin çayı yapılabildiği gibi lavantanın da çayı yapılabiliyor. Çok kaynar olmayan sıcak suya bir miktar lavanta koyup 3-4 dakika dinlendirdikten sonra süzüp içildiğinde, karaciğer üzerinde çok yapıcı etkileri olduğu söyleniyor. Karaciğer hastaları gelip benden lavanta aldı. Daha sonra da elde ettikleri olumlu sonuçları telefonla bildirip teşekkür ettiler. Bir tıp doktoru bu konuda araştırmalar yapıyormuş, ama henüz kanıtlanmış bir araştırma sonucu yok..  Bunun dışında kolonya ve lavanta yağımız da var. Lavanta yağı masajda kullanılıyor ama uygulanmadan önce başka yağlarla karıştırılması gerekiyor. Çok kuvvetli bir yağ olduğu için cildi tahriş edebiliyor.
Röportaj ve fotoğraflar: Nurhan Demirel

0 yorum: